Güneş bütün muhteşemliğiyle tam tepede parıl parıl parlayıp binlerce yıldır olduğu gibi her zerresiyle ademoğullarına hizmetini eksiksiz yerine getiriyordu. Ve bunu çoğu insan tarafından takdir edilmeyip sıradan bir nimet saymamalarına rağmen her gün yorulmadan yapıyordu. Güneş çoğu zaman isyankârlığa, hadsizliklere öfkelenerek için için volkanlar gibi patlamalar yaşayıp sıcaklığın hararetini dayanılmaz seviyeye yükseltiyor ve dünyayı içindekilerle birlikte bir anda kavurmak istiyordu. Ilgıt ılgıt denizlerden esen serin rüzgârlarla birlikte ağaçlar, yeşil yapraklarıyla ince bir yorgan misali buna engel olup insanoğlunu ferahlatmaya, bıkmadan usanmadan aralıksız devam ediyorlardı. Çift sıra çınar ağaçlarının olduğu caddede insanlar, bütün bu mücadeleden bihaber, yüzyıllardır olduğu gibi bir o yana bir bu yana, kimi hızlı kimi yavaş adımlarla ve farklı düşünceler içinde koşuşturuyordu. Herkesin ortak buluştuğu tek fikir, yeryüzündeki yaşanmaz en berbat hayatın, en büyük dertlerin kendisinde olduğu ve daha iyi bir hayat için daha çok, daha çok kazanmalıyım düşüncesiydi. En değerli elmas yüzükler, pırlantalarla bezenmiş gerdanlık setleri, göz alıcı bileziklerin olduğu vitrinlerin ışıkları güneşe rest çekip, “Senin ışığın olmasa da biz dünyadaki en kıymetli olanları ışıtıp onların binbir güzelliklerini insanlara göstermeye, hem de bedelini ödeterek devam edeceğiz.” diyordu. Vitrinlerin bu dayanılmaz cazibesi dalga dalga sessizce her yüreği etkisi altına alıyordu. Bu pahalı takılara sahip olmaya gücü yetmeyenler, bütün arzularını bastırıp bakmaya bile cesaret edemeden, bir gün belki özlemiyle yoluna devam ediyordu. Bu arzularını bastıramayan genç sevgililer ve yeni evliler ise heveslerine yenik düşüp umutsuzca bakarken, “Bu yüzük parmağımda nasıl durur, gerdanlık ne kadar yakışırdı! Ya hasır örme, herkesi çatlatırdı.” hülyalarını da kurmaktan geri kalmıyorlardı. O an dükkândan, onların bu hayaline kavuşmuş bir çift çıktı. Kadının çantasındaki kadife kutusunda aldıkları takılar yüzünde gülücükler saçarken, içeride bir servet bırakmış olmanın hüznüne rağmen sevdiğini mutlu etmenin neşesi içindeki adam ile el ele tutuşup ağır ağır yürürlerken artık tek amaçları karınlarını doyurmaktı. Bütün bunlardan azade, dünyanın her yerinden, her milletten gelen turistler ise sadece tarihin konuştuğu caddedeki sesi duyup kendilerine ne anlattığını anlamaya, binlerce yıl dünyayı yöneten İstanbul’un gizemini çözmeye çalışıyorlardı. Duyduklarından, anlatılanlardan tam ikna olmayanlar ise geçmişin gizemini taşıyan, ilmek ilmek işlenmiş motiflerin bulunduğu el dokuması halılardan birkaç parça alıp yanında götürmek için halı dükkânlarının kapısını aşındırıyordu.
Hava almak için dükkânların hemen önüne çıkan satış elemanları kendi aralarında şakalaşırken, “Şu gelenler hangi dükkâna girer?” diye bir öğle yemeğine iddialaştılar. Deneyimli olan hiç kaale almadan elini boş ver manasında sallayıp, “La oğlum, bunlar fakir turistler, ancak çakma mallardan alırlar.” dedi. Elinde kadife torba ve kutularla başka bir çırak ara sokaktan çıkageldi. Çırak, “Behzat abi, ürünler tamam.” dedi. Behzat, “İçeri ver oğlum. Ustana selam söyle, atölyeye başka iş almasın, yeni siparişler var.” dedi.
Caddenin tam ortasına yerleştirilmiş kırmızı berberis süs bitkilerinin yanındaki banklarda oturanlar ise şişelerinden sularını içip soluklanırken, akıp giden insan selini anlamsızca seyrediyorlardı. Esmer tenine hafifçe dokunan sıcak hava akımını ve insanlara aldırış etmeden yürüyen elli yaşlarındaki haki ekose gömlekli adam, tedirgin ama bir o kadar da umutla yavaş yavaş yürüyordu. Yanında bir Amerikan kolejinin yeşil renkli ceketini giymiş, bez spor ayakkabılı, hip hop şapkasında ingilizce “Kral” yazan genç ise önüne bakmadan devamlı mesajlaşarak babasının peşi sıra gidiyordu. “Oğlum, babamın arkadaşının dükkânı. Bizim semtin çocuğuymuş, parayı bulunca Göktürk’teki zengin semtine taşınmış. Bizim de abimiz sayılır, altmış binden aşağı maaş vermez herhâlde. Para emojisi.” Gelen mesaj: Yengeç, “Yakışır Kral, aşağısı zaten seni kurtarmaz. Alev emojisi.” Bütün bu hengâmenin arasında soluk soluğa kalmış, her yerinden terler akan yaşlı adam, kapının önündeki gençlere selam verip, “Evlatlarım, Süleymaniye Camisi’ne nasıl gidebilirim?” diye sordu. Sigarasından son fırtını çeken genç, amca rahatsız olmasın diye dumanı dağıtıp eliyle de işaret ederek, “Şimdi amca, bu caddenin sonundaki camiyi gördün mü?” dedi. Adam, “Evet, orası mı?” Genç, “Hayır, o Nuruosmaniye Camii. Kapısından içeri gir, devam et, diğer kapıdan çıkıp Kapalıçarşı’nın Nuruosmaniye Kapısı’ndan gireceksin. Hiç sapmadan devam et, çarşının Beyazıt Kapısı’ndan çıkacaksın.” dedi. Yaşlı adam hıfzetmek ister gibi, “Tamam.” dedi. Genç, sağını gösterip, “Sağında sahaflar kalacak şekilde duvarın dibinden yürümeye devam et. Beyazıt Camisi’ni, meydanı ve İstanbul Üniversitesi’nin kapısını göreceksin. Meydanı geç, ara bir yol göreceksin, o seni Süleymaniye Camisi’ne çıkartır. Zaten orada kime sorsan sana yine yolu gösterir.” dedi. Bilen için kolay ama hiç bilmeyen için karmaşık gelen bu ayrıntılı yol tarifi karşısında amcanın yüzü yorgunlukla birlikte “Kavuşmak başka bahara kaldı.” der gibi düştü. O arada, uzun yol için özel yapılmış siyah, havalı motosiklet, bilinenin aksine gürültüsüz ve sessizce dükkânın önünde durdu. Siyah motorcu montlu adam, siyah kaskının vizörünü açıp, “Behzat, hayırdır oğlum?” dedi. Genç, hazır ol vaziyetinde toparlanıp, “Amca, Süleymaniye Camisi’ne nasıl gideceğini soruyor da.” dedi. Adam kaskını çıkartınca terlemiş yüzü ortaya çıktı. Amcaya muhabbetle bakıp, “Amcam, müsaade edersen, senin için de uygunsa” motoru gösterip, “Bizim Behzat seni bırakıp gelsin.” dedi. Dizlerinin bağı çözülen Behzat, bir kendisine uzatılan anahtara, bir de o meşhur pahalı motora, en sonunda da şaşkın şaşkın patronuna baktı. Yaşlı adam, yorgunluktan mecalsiz kalmış dizlerinin imdadına yetişen bu teklife mi sevinsin ya da bilmediği yerde tarifle bile zor bulacağı Süleymaniye Camisi’ne kavuşacağına mı sevinsin, bilemedi. Karabulutları dağıtıp, “Zahmet vermeyeyim.” dedi. Patron, “Zahmet olmaz, ancak ve ancak şeref olur amcam. Hele bu haziran sıcağında yorulma…” derken Behzat’a bakıp, “En kıymetli olan, daha kıymetliye hizmet etmezse bir kıymeti yoktur.” dedi. Behzat, anahtarı havada kaparken gözlerinin içi gülüyordu. Uzun zamandır özlemle beklediği sevgilisine kavuşmuş gibiydi. Patron, “Ama benim Kara Yağız’ımı dikkatli kullan.” dedi. Yaşlı Adam, “Allah razı olsun. Sana katından makam versin.” diye dua edip motora bindi. Motoru çalıştıran Behzat, motorun gürültülü sesiyle caddeyi boğmak istemesine rağmen patronundan aldığı terbiye üzere, içinden gelmeye gelmeye sessiz bir kalkış yaptı.
Kral ancak babası köşe başındaki çift cepheli dükkânın önünde durunca başını telefonundan kaldırıp şöyle bir baktı. Dışı parlak siyah granitle kaplanmış duvarların içine gömülmüş, içindeki mankenin sürekli döndüğü küçük üç kare vitrinlerde bir gerdanlık, bir saat, bir de güneş gözlüğü sergileniyordu. Belli ki burası caddenin en pahalı mağazasıydı. Öyle herkesi içeri davet etmiyorlardı. Sadece ve sadece çok, çok zenginler içeri girebiliyordu. Kral, “Oğlum, gerçekten de kral bir yere kapak atmak üzereyim.” dükkânın fotoğrafını ekleyip, “Şu muhteşemliğe bakın.” yazıp gönderdi. Üzerinde “AYAN” yazan kapıdan girmek için ilk adımı attıkları anda takım elbiseli bir genç kapıyı açıp, “Buyurun Efendim.” dedi. Bu küçük jest karşısında kendilerini özel hissetmişlerdi. Ama yine de alışık olmadıkları bir duygu olduğu için ürperip korktular. Siyah mermerlerle kaplı zemin, yine siyah renkteki granit duvarlara tavandaki loş ışıklar eşlik ediyordu. Bu kaotik gibi duran ortamda çıkış yolu ve insana huzur veren tek şey, ışıl ışıl vitrinlerde sergilenen göz alıcı elmaslar, pırlantalar, saatler ve gözlükler oluyordu. Giyimleri, kuşamları ve tavırlarından sıradan birer zengin olmadığı anlaşılan müşteriler ise özel yapım deri kaplamalı rahat sandalyelerde otururken, önlerindeki sehpalarda nadide atıştırmalıklar, özenle seçilmiş lüks ikramlıklar ve çeşit çeşit pahalı içecekler duruyordu. Tezgâhtarlar ise ürünleri tek tek gösterip yabancı dilde nasıl uyumlu kombinler olacağını hararetle anlatıyordu. Onlar keyif içinde alışveriş yaparken, az geride takım elbiseli iki şoför sakince ayakta bekliyordu. Baba emin adımlarla tam giriş kapısının önündeki masaya doğru yürürken, Kral kendinden emin, umduğundan fazlasına kavuşmuş olmanın mutluluğu içinde hayran hayran sağa sola bakıp mesaj atmayı ihmal etmedi. “Yengeç oğlum, buradakilerin hepsi moron, ben muhabbeti kaynatır, burayı en fazla bir hafta içinde ele geçirir, parmağımda oynatırım. En az yetmiş binle de işe başladım say.” yazdı. Yengeç, “Güzel Kral, o zaman bu akşam sahilde bir kutlama yaparız. Kartal sahil kutlama görsün.” cevabını yazdı. Masanın başındaki hafif top sakallı, tombul suratlı adam, müşteri olmadıkları her hallerinden belli olan bu iki kişiye, “Beni gereksiz yere meşgul etmeyin.” tavrıyla soğuk ve yerinden santim kıpırdamadan, “Size yardımcı olabilir miyim?” dedi. Adam mütevekkil, “Biz, Onur Bey ile görüşecektik.” dedi. Muhatabı, “Siz kim, Onur Bey ile görüşmek kim?” edasıyla, “Onur Bey ile mi?” dedi. Adam vakur, “Evet, ben Kamuran Koruk.” elini oğlunun omzuna koyup, “Oğlum, Dorukhan.” dedi. Adam birden toparlanıp bu kez zoraki gülümseyerek, “Onur Bey bahsetmişti. Kendisinin acil bir işi çıktı.” eliyle yer gösterip, “Ayakta kalmayın, oturun lütfen. Ben buranın müdürü Muhabbet Kapancı.” onlar otururken Muhabbet, “Size ne ikram edelim? Tekrardan hoş geldiniz.” dedi. Kamuran, “Hatanızı anlamanıza sevindim ama ben zaten takmıyorum.” duruşuyla sıcak ve samimi, “Hoş bulduk. Ben çayınızı içerim” dedi. Dorukhan’a bakan Muhabbet, “Ya sen delikanlı; çay, soğuk içecek, kahve?” dedi. Dorukhan, “Kahvelerden ne var?” Muhabbet, “Türk, Arap ya da Cappuccino, Macchiato, Latte, Americano, Ristretto…” derken Dorukhan, “Benim tercihim Affogato, ondan var mıdır?” dedi. Muhabbet, telsiz telefon ile mutfağı arayıp, “Sezen abla, bir çay, bir Türk kahvesi, bir de bizde Affogato var mı? Güzel, o zaman üç su ile birlikte getirir misin?” dedi. Dorukhan, istediği kahvenin olmasının keyfiyle zırtapozlar grubuna, “Fakirler, sizinle bağımı kesiyorum. Bir daha semtinize uğramam.” yazıp sonuna ağlayan gülücük koydu. Muhabbet, “Delikanlı bizde işe başlayacak galiba?” dedi. Kamuran, “Açık liseye geçti. Ben de bu arada hayatı tanısın, eli ekmek tutsun, bir altın bileziği olsun istedim.” dedi. Muhabbet, “Çok doğru düşünmüşsünüz. Onur Bey sizden saygıyla bahsetti, işiniz tamam gibi ama bakalım delikanlı bizimle çalışmak isteyecek mi?” dedi. Telefonunu ilk kez elinden masanın üzerine bırakan Dorukhan, geriye doğru yaslanıp iki eliyle küçük küçük daireler çizerek, “Hangi konumda başlayacağım önemli tabii…” dedi. Bu arada, kurumsallığı yansıtan siyah önlük altında beyaz gömlek ve siyah pantolonlu, saçları arkada toplanmış kadın içecekleri getirip masaya, ikramlıkları sehpaya bıraktı. Muhabbet, “Seni burada satış elemanı olarak yetiştirmeyi planlıyoruz.” dedi. Dorukhan, kahvesinden içip şapkasındaki “Kral” yazısını göstererek, “Aslında ben amatör futbol liginde gol kralı oldum. O sebepten çevrem benden kral diye bahseder. Büyük bir kulübe transfer olacakken ayağım kırıldığı için o iş şimdilik yattı.” derken Muhabbet, gözlük üstünden bakar gibi gözlerini kaldırıp, “Ooo, Onur Bey de büyük bir takımımızın kongre üyesidir. Çok da itibarlıdır.” dedi. Bu kez iştahla kollarını sıvayan Dorukhan, bütün dikkatini Muhabbet’e verip, “O zaman bizim yarım kalan transfer işimizi de çözebilir. Biz de bütün bu zahmetlerden kurtuluruz.” dedi. Muhabbet düşünceli, “Yani onun adına bir şey diyemem. Onur Bey ilkeleri, prensipleri olan, bunlar için yeri geldiğinde çok sert yapabilen bir adamdır. O, kendisi seni tanıdıkça karar verecek.” dedi. Dorukhan gülümseyip, “Yani şu dünyada beni tanıyıp da sevmeyen, muhabbetimin sarmadığı bir Allah’ın kulu yoktur.” dedi. Muhabbet, “Güzel, biz o zaman asıl konumuza geri dönelim. Sen bizimle çalışma fikrine sıcak mısın?” dedi. Dorukhan’ın suya düşen futbolculuk hayalleri bir anda hayat bulmuş, bu işin cazibesi on kat daha artmıştı. Dorukhan, “Tabii, niye olmasın, ben de sizinle çalışmaktan çok mutlu olurum.” dedi. Kamuran, şahit oldukları karşısında derin bir “Oh,” çekip, “Ne güzel, artık evladım emin ellerde, altın bilezik sahibi olacak.” dedi. Muhabbet, “Ne zaman işe başlayabilirsin?” dedi. Dorukhan, sağ ayağını sol bacağının üstüne atıp telefonundaki yazışmaları işaret ederek, “Bütün çevrem ne kadar maaş alacağımı soruyor.” dedi. Muhabbet, sandalyesini masaya doğru iyice yanaştırıp bir bloknot ve kalem aldı. Muhabbet, “Şimdi, buraya Kartal’dan geleceksin. Marmaray’a Kartal’dan binip bizim aşağıda Sirkeci durağında iner, valilik çıkışından çıkar, buraya kadar yürürsün. Eviniz Marmaray durağına yakın mı?” dedi. Kamuran, “Dolmuş ile on dakika,” dedi. Muhabbet, “Güzel. İndi bindi yirmi beş lira, günlük elli lira dolmuş. Öğrenci olduğun için sana abonman parası veririz. Yol ne yapar?” dedikten sonra hesap makinesinde işlemleri yapıp, “Ayda yirmi altı gün, bin üç lira dolmuş parası, üç yüz seksen bir lira abonman, ne yapar? Toplam bin altı yüz seksen bir lira yol parası. Öğlen yemeği burada pişiyor. Günlük sana beş yüz lira da nakit veririz.” dedi. Rakamı duyan Dorukhan yerinden zıplayıp, masanın müsaade ettiği kadar Muhabbet’e yaklaşınca kapıdaki görevli hamle yapacakken Muhabbet eliyle “Yerinde dur.” işareti yaptı. Dorukhan, hiç olmadığı kadar ciddi, ela gözlerini belertip parmaklarını sayıp hesaplayarak, “Haftalık elime üç bin lira geçecek öyle mi? Bence bir yanlışın var, o günlük üç bin olmalı.” dedi. Muhabbet, “Hayır, ben gayet netim. Üstelik çok iyi bir rakam. Ha, unutmadan, işe gelmediğin günün parasını alamazsın. Hasta olma, ekstra işin çıkmasın.” dedi. Dorukhan, “Dayı, sen kafayı mı yedin? Ne içiyorsan ver, ben de içeyim.” dedi. Babasına bakıp, “Canım babam, mahallenin çocuğu, babası dostum, sıfırdan zirveye çıktı diye öve öve bitiremediğin adam garibanın sırtına basa basa yukarılara çıkmış. Yanlış tanımışsın.” dedi. Şapkasını çıkartıp da telefonun yanına koydu. Beyaz teni öfkeden kıpkırmızı olan Dorukhan, “Dayı, sen dalga mı geçiyorsun? Benim günlük harcamam beş yüz lirayı geçiyor. Ben o parayı arkadaşlarımla oturup bir gece muhabbette kafede yiyorum.” dedi. Muhabbet gayet sakin, “Demek ki bundan sonra yemeyeceksin ya da iki günde bir buluşacaksın.” dedi. Dorukhan, “Ne münasebet, o benim vereceğim bir karar. Siz, size düşeni, yani benim hakkımı verin, yeter.” dedi. Muhabbet, kahvesinden bir yudum daha içip, “Hakkın ha?” dedi. Dorukhan, babasına bakıp, “Hadi baba, beni savun.” diye bakarken en azından cesaret vermesini bekliyordu. Kamuran ise çayından zevkle içip yumruk yumruğa geçen bir boks maçının sonunu heyecanla bekliyordu. Dorukhan, kalbinin en ücra köşelerinden daha fazla cesaret toplayıp, “Evet, hakkımı… Aylık en az, en az elli bin lira.” dedi. Muhabbet soğukkanlı, “En az elli bin ha?” dedi. Dorukhan, “O da başlangıç için…” dedi. Muhabbet, tattıracağı hiçlik hissinin zevki içinde iyice yükselip müşteriyle ilgilenen spor ceketli, slim fit gömlekli, dar paça pantolonlu ve uzun siyah saçları arkada bağlanmış elemanı gösterip, “Bizim Berkay… Tam olarak Berkay Güdücüler… On yıldır bizimle, benden yetmiş beş bin lira maaş alıyor. Üstüne üstlük bir de yaptığı satışlardan yüz bin liraya yakın primi var. Adam akıllı, yememiş içmemiş, dünyanın dört bir tarafından kendisine müşteriler edinmiş. Almanca, İngilizce, Arapça, Farsça, Rusça, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca iyi derece bilir, Afrika dillerine de hâkimdir.” dediği an kapı açıldı, içeri gri bermuda şort ve kırmızı tişörtlü, sarı saçlı, mavi gözlü adam ile esmer bir kadın içeri girdiler. Telefonlarını gösterip Amerikan aksanlı İngilizce ile “Mr. Berkay?” dediler. Müşterileriyle ilgilenen Berkay, Fransızca, “Bir dakika.” dedi. Ellerini yana açıp, “Berkay benim.” dedi. Adam yine gür sesiyle, “O, merhaba, ben Joseph.” eliyle göstererek, “Karım Catherine. Bizi Vali Bayan Emma gönderdi.” dedi. Berkay, ellerini yana açıp, “Oooo, Vali Emma. Hoş geldiniz.” diyerek samimice adama sarıldı, kadının elini sıktı. Berkay, “Bayan Emma nasıl? Özledim…” Catherine, “Çok iyi, bu yıl Fas’a tatile gitti.” Berkay, “O zaman işim bitince bir arayıp İstanbul’a davet edeyim. Fas kaç saatlik yol?” dedi. Joseph, “Emma… Zor…” dedi. Berkay, tek kişilik siyah deri koltukları gösterip, “Siz biraz dinlenin, yorgunluk atın. Benim diğer misafirlerimle az bir işim kaldı.” dedi. Muhabbet, “Alın size canlı örnek, adamın Amerika’dan vali müşterisi var. Adama yeni müşteriler gönderiyor.” Sonra sarımtırak yüzünde hafif tatlı çilleri ve kızıl saçlarını topuz yapan kızı gösterip, “Kendisi oyunculuk yapmış, cast ajansında çalışmış, güçlü, geniş bir oyuncu ve yapımcı çevresi var.” dedikten sonra telefonundan sosyal medya hesabını açıp “Simay Atılganyürek” yazıp kızın profiline girdi. Kamuran, eliyle oğluna işaret edip “Ona göster.” dedi. Muhabbet, dünya çapındaki itibarlı marka telefonunu Dorukhan’ın telefonunun yanına koyunca Dorukhan bir kez daha ezildi. Muhabbet, sayfadaki paylaşımları tek tek gösterirken, “Bak, bütün ünlü oyuncular bu mekâna geldi. Alışveriş yaptılar. Bizim firmayla ilgili övgü dolu paylaşımlar yaptılar. Biz dizilere, filmlere kullanmaları için ürün veriyoruz. İsmimiz her yerde geçiyor ama beş kuruş para vermiyoruz. Ha, Simay, Berkay gibi fazla satış yapamıyor, ortalama elli bin prim alsa da biz ona seksen bin lira maaş veriyoruz. Bir nevi reklam gideri gibi görüyoruz. Buradaki çaycı bile işini tam yapacak. Yedirir, içiririm ama bana kazandırmayanı tutmam.” dedi. Dorukhan, için için bir boşluğa düşse de iddiacı kişiliğinden taviz vermeden, “Ben size bunların hepsinden daha fazla kazandırırım.” dedi. Muhabbet gülerek geri yaslanıp, “İnsan neyle kral olur? Hazinesiyle, sözünün arkasında durmasıyla… Hazinesi boş kral devriktir. Hazinesinin dolu olması da yetmez ha; meziyet, bilgi de lazım. Kral Dorukhan, tercih senin.” dedi. Kamuran, “Biz biraz düşünelim. Kıymetli vaktinizi ayırdığınız için teşekkürler.” dedi. Muhabbet, “Ne demek, her zaman beklerim. Onur Bey’in misafirlerinin başımın üstünde yeri vardır.” dediyse de yerinden kalkmadan tokalaşıp uğurladı. Sonra arka odaya geçti.
Kapının önüne çıkınca Dorukhan olduğu yere mıh gibi çakılmış öylece beklerken babası yürümeye devam etti. Dorukhan, caddeden geçen herkesin onun üzerinden paspası ezip geçer gibi kendisini çiğneyip geçtiğini hissetti. Ne zaman böyle büyük bir paraya, kazanca yaklaşsa mutlaka araya olumsuz bir şey giriyordu. Transferde sakatlık, burada bu adı Muhabbet kendisi gudubet adam. Paranın kokusunu alıyor ama bir türlü kendisini kucaklayamıyordu. Muhabbet, mütevazı odaya girince tam karşısındaki masanın arkasında Ravza-i Mutahhara ile Kâbe fotoğrafı, hemen sağında o boğaz manzaralı meşhur İstanbul siluetinin fotoğrafı, onun tam karşısında ise Roma’nın, onun yanında ise Paris Eyfel Kulesi, onun karşısında ise Londra. Londra’nın yanında ise Özgürlük Heykeli, sonra güneş batımı Afrika manzarası, onun karşı duvarında ise Tokyo ve Moskova fotoğraflarıyla süslenmişti. Odanın içerisi ise şark köşesi usulü yüksek divanlarla döşenmişti. Bu haliyle insanı bir anda soğuktan sıcağa, manasızlıktan uhrevi bir dünyaya geçmişlik hissi veriyordu. Güvenlik kamera görüntüleri ise hemen giriş kapısının üstündeydi. Gözlüklü, hafif siyah sakallı, saçları tamamen dökülmüş, yuvarlak gözlüklü otuz beşli yaşlarındaki adam bilgisayarını kapatıp, “Evet, Muhabbet Bey, nasıl geçti?” dedi. Muhabbet, rahat ama sınırlarını bilen bir şekilde, “Tamamen anlattığınız ve talimat verdiğiniz gibi davranıp konuştum.” dedi. Onur, “Geri döner mi?” dedi. Muhabbet, “Babası tesir ederse olabilir. Kendisini kral zanneden çocuk aklına uyarsa dönemez.” dedi.
Dorukhan, arkasına bile bakmadan yürüyüp giden babasının arkasından karışmış aklıyla bakarken, “Ulan, insan bari bir teselli cümlesi kurar. Burası olmadı, başka bir yere bakarız der. Hiç olmadı, okulunu oku, adam ol de. Sen benim evladımsın, arkandayım de.” dedi.
DEVAMI GELECEK AY