İstanbul, fetihten önce neredeyse ölü bir şehirdi. 1454’te Patrik yapılan Scholarios, İstanbul’u o zaman “büyük bir kısmı boş, yoksullukla perişan olmuş harabe bir şehir” olarak tasvir etmektedir. Bunun en büyük sebebi ise 1204’te Latinler tarafından işgal edilen şehrin, yaşadığı büyük tahribattı. Bundan sonra uzun bir gerileme dönemine giren şehir neredeyse büyük bir köy halini almıştı. İşte bu itibarla Fatih Sultan Mehmet’in şehri fethettiği gün, dilinden şu mısralar dökülecekti:
“Perdedâri mîküned der kasr-ı Kayser ankebût
Bûm nevbet mîzened her kubbe-i Efrâsiyâb”
Açıklaması: Kayser’in kasrında örümcek perdedarlık ediyor, Efrasiyab’ın sarayında da baykuş nevbet çalıyordu.
Aslında genç padişah 1453’te müstakbel başkentinin, ellerine harabe bir şehir olarak düşmesini istemediğinden, nihai umumi taarruzu yapmaya karar verdiğinde imparatora, şehri yağmadan korumak için teslim etmesi gerektiğini teklif ve buna karşılık kendisine Mora despotluğunu vaat eden bir elçi göndermişti. Fethin ardından, imparatordan sonra en nüfuzlu adam olan Lukas Notaras’ı huzuruna çağırmış ve öfkeli bir şekilde, şehri teslim etmesi için niçin imparatoru ikna etmediğini sormuştu. Zira bu yapılmış olsaydı şehir, pek çok zarardan, tahripten ve bir o kadar can telef olmaktan kurtulmuş olacaktı. Notaras ise şehri teslim etmeye niyetlenmiş olduklarını, ancak müdafaaya iştirak eden Latinlerin böyle bir teşebbüse şiddetle karşı çıktıklarını belirterek, ne imparatorun ne de kendisinin bunu yapacak güce sahip oldukları karşılığını vermişti.
Kaynaklara göre Fatih, fetihten sonra İstanbul’a ibretle baktı. Açıkça gördü ki suyu, havası, dağı, yolu ve sahrası pek güzeldir. Ama emin insanlar ile dolu olmadığından ve İslâm dinince müzeyyen kılınmadığından nazenin bir dilberin zülfünün perçemleri gibi karışık ve perişan kalmıştı. Nitekim Fatih’in sarayında yaşamış olan çağdaş tarihçi Kritovoulos, onun fetihten sonra “ilk iş olarak, şehri sadece eski hâline getirmek için değil, fakat mümkün olduğunca daha mükemmel bir şekilde imar ve iskân etmek için plân yaptığını” söylemektedir.
Gerçekten de Fatih’in hedefi, İstanbul’u siyasî ve iktisadî bir imparatorluk merkezi yapmaktı. Ona göre İstanbul, memleketlerin süsü ve denizin kilidi olmaya layıktı. Bu sebeple vezirlerine, âlimlerine “Bundan böyle tahtım İstanbul’dur.” diyerek ilan etti. Ardından fethi takip eden ilk Cuma namazından sonra Fatih Sultan Mehmet, Ok Meydanı’nda fetih ve zafer alayı yaptırdı.
Şenlik ve ziyafet üç gün üç gece sürdü. Nice oyun ve eğlenceler tertip olundu.
Şehitler için hatimler indirildi. Dualar edildi.
Gazilere ise zafer hediyesi olarak mal, mülk, araziler dağıttı.
Orada bulunan Akşemseddin, toplanan gazilere yüksek bir sesle;
“Ey gaziler! Cümlenizin malumudur ki Sevgili Peygamberimiz İstanbul’un fethinde bulunanlar için “Ne güzel askerdir!” buyurmuştur. Bizler bu şerefli iltifata nail olduk. Hepinize mübarek olsun. Cümleniz mağfursunuz.
Amma size layık olan budur ki gaza malını israf etmeyiniz. Hayır ve hasenata sarf ediniz.
Padişahınıza her hâl ü karda itaat ve muhabbet eyleyiniz.
Bütün bu işlerde de sizden sonra geleceklere örnek olunuz.
İyi insanlara güzel işler yaraşır.” dedikten sonra dualar etti.
Akşemseddin bu kısa fakat etkili konuşmasıyla gazileri şehrin imarına ve hayır müesseseleri kurmaya teşvik etmiş oluyordu.
Nitekim Fatih Sultan Mehmet bizzat yaptırdığı hayır eserleri ile herkese önderlik yapmaya başladı.
Ayasofya mabedi suretinde kendi adıyla anılacak Fatih Camii’ni inşa ettirdi. Camiye güzel sesli, bilgili hoca, hafız ve müezzinler tayin ile mahfelini müzeyyen etti. Caminin iki tarafına külliyenin bir parçası olarak sekiz medrese yaptırdı. Bu medreselerde güzel sanatlar, tefsir, hadis, usul dersleri, aklî ve naklî ilimler okutuldu. Adaletli, bilgili ve cesur hocalar ile talebeleri âlemi güneş gibi aydınlattılar.
İstanbul’u fethederek Peygamber Efendimiz’in (sav) müjdesine nail olmuş bir hükümdarın yaptırdığı külliyesi ona yakışır bir mahiyette olmalıydı. Bu maksatla yapılan külliyenin bir bölümü olan darüşşifada (hastane) iki tane işinin erbabı olan doktor, bir mütehassıs kehhâl (göz hekimi), bir cerrâh ve bir ilâç yapan eczâcı halka hizmet vermekteydi. İlâç deposu, bir doktor ve bir ambar memuru nezaretinde açılıyordu. Buradaki ilâçların hastanedeki hastaların dışındakiler için kullanılması kesinlikle yasaktı. İki hastane aşçısı, doktor nezaretinde ve onun talimatına göre yemek hazırlamaktaydı. Hastane kapıcısına, uygun olmayan zamanlarda hastaları görmeye gelecek kimseleri içeri almaması konusunda tâlimât verilmişti. Hastaların, şefkatli bir tedavi görmeleri vakıf berâtında kat’î bir surette beyan edilmişti. Doktorların ve bütün memurların aylıkları, ilâç ve yiyecek masrafları vakıf gelirinden ödenmekteydi. Müslüman olan hastaların, doktorları evlerine çağıracak kadar zengin olamayanları hastahaneye yatabilirlerdi.
Külliyenin bir yanına da büyük bir imaret yaptırıp, medrese ehline, fukaraya ve mahalleliye günde iki öğün yemek pişirildi.
Ebâ Eyüp el-Ensari Hazretleri’nin defnedildiği yere gayet güzel bir türbe, yanına medrese ve hamam yaptırdı. Halk, şehitlerin reisinin bulunduğu bu yere rağbet edip türbenin etrafına evler ve köşkler yaptırdı. Bir hoş kasaba meydana geldi ki huzur arayanlar ve dinlenmek isteyenler, denizden kayıkla, karadan atla ve yaya gelerek hem sohbet hem ziyaret ederlerdi.
Fatih bütün bu imar faaliyetlerinden sonra kendi saltanatı ve ikameti için yeni bir saray inşa edilmesini emir buyurdu. Galata karşısında Eyüp Sultan kabrine, iskeleye, Tophane’ye ve Haliç’e ve boğaza bakar şerefli bir yer seçti. Arap, Acem ve Rum’dan mahir mimarlar ve mühendisler getirtip birkaç yıl içinde güzel sanat eserleri ile süslü yüce bir saray yapıldı. Her köşkü ve kasrı gönül alıcı olup ab-ı hızır ve nehr-i kevser ondan revân olur.
Kalbe ferahlık veren bu muhteşem saraya bir sur çektirdi. Türkî ve Frengi usulünde üçgen ve daire şeklinde kulelerle, dergâh ve kapılarla bir güzel kale inşa ettirdi. Kalenin suru ile saray duvarının arasını bağ, bostan, bahçe ve gülistan eyledi. Yer yer çeşmeler, havuzlar sohbetgâhlar ile süsleyerek Türk’ün bu konudaki yeteneğini de tüm dünyaya gösterdi.
Fatih zamanında Büyük Bedesten veya Bezzâzistan olarak adlandırılan yer, daha sonra Kapalı Çarşı olarak nam salacaktı. Kapalı Çarşı, tamamen yüksek duvarlarla çevrilmiş ve çinilerle kaplanmış bir yer olarak tasvir edilmektedir. Bedesten, daha ziyade kumaşlar, kürkler ve mücevherat gibi şeylerin depolanmasına ve müzayedesine tahsis edilmiş bir yapıydı. Aynı zamanda burası büyük tüccarların toplanma yeriydi.
Fatih, Ayasofya Camii’nin hizmetlerine ve onarımına sarf edilmek üzere, bu Bedesten’den elde edilen gelirin toplanıp muhafaza edileceği bir sandık oluşturmuştu. Ayrıca Bedesten için birkaç umumî hamam yapılmasını; şehre bol miktarda su temin etmek gayesiyle zarar görmüş eski kanalların ve su kemerlerinin tamir edilmesini emretmişti.
Ayrıca Padişah, hem kendi istirahati ve hem de hareminin ikameti için saraylar ve köşkler tertip ettirdi. Buralara emin ve dindar hocalar ve muhafızlar tayin etti.
Fatih Sultan Mehmet’ten başka birçok devlet adamı bu faaliyetlere öncülük ediyordu. Camiler, medreseler, imaretler, darüşşifalar, çeşmeler ve hamamların yapımında Mahmut Paşa önde geliyordu. Onu diğer vezirler ve seçkin şahıslar takip etmekteydi. Külliyelerin etrafında, bunların masraflarının vakıflar tarafından karşılanması için ticaret merkezleri kurulmuştu. Bu külliyeler, yeni İstanbul’un gelişmesine, büyümesine ve büyük bir şehir olarak varlığını devam ettirmesine çok büyük katkı sağladı. Külliyelerin etrafına nüfus toplanarak böylece yeniden inşa faaliyetleri hızla ilerledi. Modern İstanbul’un belli başlı mahalleleri, bugün hâlâ Fatih devrinin önde gelen şahsiyetlerinin isimlerini taşımaktadır: Mahmut Paşa, Gedik Ahmet Paşa, Murat Paşa, Davut Paşa vs.
Böylece İstanbul, Fatih’in hayatında saraylar, hanlar, kervansaraylar, çarşılar, pazarlar, hamamlar ve medreselerle donatılarak şenlendirilmiş faal bir Türk şehri hâline geldi. Osmanlı Devleti yöneticileri, padişahından başlayarak her kademesiyle, fetihten sonra İstanbul’u, kurmuş oldukları cihanşümul devlete her hususta lâyık bir başkent yapma yolunda ellerinden gelen gayreti sonuna kadar göstermişler ve bu gayelerine de ulaşmışlardır.
Peygamber Efendimiz’in (sav) müjdesine kavuşmuş, fatihlerin en genci büyük Türk hakanı Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u bütün ganimetleri içinde fîrûze bir yüzük taşı gibi parmağında taşımış, bu güzel şehri torunlarının torunlarına en kıymetli hazine olarak bırakmıştır. Kıymetli şehir şiirlere konu olmuş ve şairler şehri anlatmak için birbiriyle yarışmıştır. Nitekim ünlü şair Nedim’in şu mısraları bunun en güzel açıklamasıdır:
Yar gibi o şehir aya benzer
Kuşanır surdan gümüşlü kemer.
Ne gariptir ki göklere kadar
Bir ucunda Yedikulesi var.
Ona dizdar olsa güneş yeridir
Yıldızlar o kal’ada hisar eridir.
Kurşun örtülü kubbeler yer yer
Yelken açmış gemilere benzer.
Hak bu kim yüzü suyudur dehrin
Yok, benzeri cihanda o şehrin.
Bu şehr-i sitanbul ki bi misl ü behâdır
Bir sengine yek pâre acem mülkü fedadır.
Bir gevher-i yekpare iki bahr arasında
Hurşîd-i cihan-tâb ile tartılsa sezadır.