Allah (c.c.) ile duygusal bağlar kurmak gibi varoluşsal bir konu hep felsefenin, kelamın, tasavvufun konusu olmakla, insana dair, insan için, insan hakkında olmak boyutu kaçınılmaz olan bir konu olagelmiştir. Çünkü Allah’ı (c.c.) tanıma ve bilme, insanın kendini de anlamlandırmak noktasında, hep en kıymetli bir süreç olmuştur. Şükür, tevekkül ve sabır da en seçkin ahlaki erdemler arasında, Allah-kul ilişkisinin ahlaki boyutu olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim şükür, şükredilecek her şeyi bilmek ve idrak etmek gereğindendir ki, insanı ve kâinatı tanımak şeklinde insanın zihin ve gözlem dünyasına kaçınılmaz bir biçimde girmektedir. Tevekkül ise bir araç olarak insan aklının kendi sınırlarını bilmesine yol açarken, akleden bir kalp sahibi olmak, çözemediğimiz ya da layıkıyla anlayamadığımız fizik ötesi durumlarda, müteal, aşkın bir zâtın varlığıyla rahatlama yolunu insana açmıştır. O nedenle tevekkül, aynı zamanda insana dair zorlu durumların teslimiyetle taçlanmış halidir diyebiliriz. Tüm bunlar, kaçınılmaz bir biçimde, imtihan olunma gerçeğiyle yol aldığımız hayatî değerlendirmelerdir. Allah (c.c.) ile duygusal bağlar kurmak, imtihan olunma gerçeğinin akılla farkedilmesinin ve Allah’a (c.c.) aşkın bir değer izafe edilmesinin, iman gibi güçlü bir yönelişle kazandığı keyfiyetin tabii bir sonucudur. İmtihan olunan insanlar, gayriihtiyari olarak sevgi, muhabbet, gazap, korku gibi insani duygularla yüzleşmek zorundadır. Aksi ise mümkün değildir. İmtihan olma konusundaki düşünsel redler ve inkârlar, insanı normalliğin sınırları dışına iter. Çünkü insanın yaradılış özellikleri ve duygu dünyası burada en belirgin vasıf olarak öne çıkmaktadır. Hatta düşünsel değil, duygusal bir isyan içinde olmak dahi, Allah-kul ilişkisinin duygusal bir tarafı olduğunun ilginç bir göstergesidir. Önemli olan, insanların tevhid inancına ve İslamiyet’e kabiliyetli oluşlarıdır. Bu yönüyle de insanın kendisi dahi, Allah’ın (c.c.) varlığına delil olmaktadır. Çünkü fıtrat böyle bir şeydir.
Kul, Allah’ı (c.c.) sevdiği gibi, Allah da (c.c.) kullarını sevmektedir. Allah (c.c.) iyilik edenleri, tevbe edenleri, adil insanları, tevekkül edenleri ve sabredenleri sevdiğini bizzat Kur’an’da bildirmektedir. Allah’ın (c.c.) kulunu sevmesi, günahlarını bağışlaması ve ceza vermemesi şeklinde olduğu gibi, günlük hayat içindeki meunet vb. ilâhî tevakkuflar, hadisü’n te’vil şeklindeki ilginç haberleşmeler, bizzat kul gözünde, Allah’ın (c.c.) onu bir an olsun yalnız bırakmadığının olağanüstü görüntüleridir. İnsan kibri ve gafleti, Allah’ın (c.c.) yarattığı her bir kulda bir muradı olduğunu hissetmemize engel olsa da, bu durum, bizlerin, Allah’ı (c.c.), bizzat bildirdiği sıfatları kadar dahi tanımadığımızın ve tefekkür etmediğimizin delili olabilir ancak… Oysa bizler Allah’ı (c.c.) özellikle hayatın içindeki her ânı kuşatan tecellilerle tanıyabiliriz. En önemlisi de bizzat psikolojik kendiliğindenlik dediğimiz bir çabayla, insandaki, yani kendimizdeki tecellileriyle bilebiliriz. Tüm bunlar yapıp olurken, yaşadığımız her şeyin kaçınılmaz bir duygusal boyutu olması ise bizlere, Allah-kul ilişkisinin duygusal bir boyutu olduğunu açıkça göstermektedir. Her ne kadar şeytan ya da nefis, zaman zaman, çaresizliklerimizi ümitsizlik gibi gösterip kendince allayıp pullasa da gerçek manada tek sığınağımız ve dayanağımız, ALLAH’tır. Çünkü günlük hayatta yaşadığımız her şey, canımız bedenimizde olduğu sürece, O’nun dilemesinin ve tasarrufunun ya da müsaade etmesinin bir sonucudur. Tüm bu korunma ve sahiplenilmeye, insanın verdiği cevap, kendi irade ve gücüyle ve coşkulu bir muhabbetle, duruşunu, muhkem bir kulluk şeklinde izhar etmek olmalıdır.
Ayşegül Hafızoğlu kıymetli bir doktora çalışmasında Allah (c.c.) ile duygusal bağlar kurmak konusunu şöyle izah eder:
“İnanan bir varlık olarak insan, düşünme, hissetme ve eylemde bulunma özelliklerine sahip mükemmel bir varlıktır. İnsan, birbirinden kesin çizgilerle ayıramayacağımız bu üç farklı yönü ile Allah’a yakın olmak için O’nunla iletişime geçmeye çalışır. İnsanın Allah ile iletişimi farklı boyutlarda gerçekleşmektedir. Allah Yaratıcı, insan da yaratılan varlık olması dolayısıyla insan Allah arasındaki ontolojik ilişki Allah tarafından başlatılmıştır. İnsanın var olmasından sonra gerçekleşen epistemolojik, duygusal ve eylemsel ilişkiler insanın Allah’ı tanıması, O’nun hakkında bilgi sahibi olmak için çabalaması, O’na duygusal olarak bağlanması ve O’nun hoşnutluğunu kazanmak için eylemlerde bulunması şeklinde insanın aktif katılımını gerekli kılan ve Allah’ın da insanın bu eylemlerine farklı şekillerde karşılık verdiği iletişim modelleridir.
İnsan Allah ilişkisinde duygusal iletişim modeli kelam ilminde üzerinde durulmayan bir konu olması dolayısıyla ayrı bir öneme sahiptir. İnsanın Allah ile duygusal bağlılığı, tasdik etme anlamının ötesinde duygusal anlamları da içeren iman eylemi ile başlamaktadır. İman içerisinde Allah’a güven, samimi bağlılık, sevgi, O’nu gazaplandıracak her türlü eylemden sakınma, sadece O’nu dost bilme, şükretme gibi duyguları barındıran geniş bir anlam alanına sahiptir. İnsanın Allah ile kurduğu imanla başlayan duygusal bağlar, onun varlığının ve tüm hayatının anlam kaynağını oluştururken aynı zamanda bütün eylemlerini olumlu yönde etkiler.”
İnsan fıtratı, bozulmamış ya da tahrip edilmemiş yönüyle, ilişki anlamında, yapılandırılmış bir süreklilik içindedir. Hele de yatkınlık ve yüksek kabiliyet gibi mazhariyetler içindeyse, orada öğrenilecek ve idrak edilecek çok şey var demektir. Burada, Şenel İlhan Beyefendi’nin Allah-kul ilişkisinde duyguların yeri adına, güzide hayatını anlatan ve yakında yayınlanacak olan bir kitaptan, muhteşem bir çocukluk anısına değinmeden geçemeyeceğim:
“Orada Bir Tek Allah Vardı”
“Tıpkı eski bir fotoğraf gibi hatırlıyorum; dört yaşlarında idim… Sabah güneş doğmak üzereydi ve rahmetli Ahmet amcam elimden tutmuş beni bir yere götürüyordu… Ortalık henüz yeni aydınlanıyordu… Nerede olduğumu hatırlamıyorum. Sadece amcamın beni anneme götürdüğünü biliyorum… Havada tenimi okşarcasına esen ılık bir rüzgârı ve yerlerde ağaçlardan dökülen sararmış yaprakları görüyorum… Huzur dolu bu ortamdaki duygularım ise şöyle: Yanımda ve aklımda sadece Allah var… Evet, Allah sevgisi, Allah muhabbeti içimde o kadar yoğun ki… Orada bir tek Allah var ve başka hiçbir şey yok… Amcam ise elimden tutmuş beni Allah’a götürür gibi anneme götürüyor.”
Küçük bedeniyle sanki hiçlik âleminden, Rabbine doğru yürümektedir… Dört yaşındaki bir çocuğun “yanında ve aklında sadece Allah” olduğunu hissetmesi, Allah ile olan yakınlığının bu denli kuvvetli olması ve o güne ait hatırladığı tek şeyin ise bu sevgi ve kavuşma duygusunun olduğunu belirtmesi çok muhteşemdir… Bu olay Rabbinin varlığını O’na özel bir şekilde hissettirmesi ve tıpkı anne sevgisi gibi bir sevgiyle O’nu sarmasıdır… Gönlüne adeta Allah ile beraber olmanın ve O’na kavuşmanın lezzeti damlatılmıştır… Yaşadığı bu olay Şenel İlhan Beyefendi’nin Allah ile olan yakınlığının, duygusal bağının daha çocukluktan mevcut olup bu günlere geldiğinin en belirgin emareleridir. Bu konulardaki hissiyatı o kadar gerçek, o kadar belirgin ve nettir ki… Allah’ı, Allah sevgisini, Allah’a yakınlığı onun gibi güzel anlatan bir âlim yok gibidir. Bu anlamda talebelerine bu konudaki öğreticiliği ve rehberliği de benzersizdir. Kendisi, Allah’a karşı yalnız sevgide değil, edeb duygusunda da çocukluğundan beri çok müstesna bir yerde durmaktadır. Bu konuyla ilgili de bir hatırası şöyledir:
“Rabbimi küçüklüğümden itibaren kendime çok yakın hissederdim. Sevgim ve muhabbetim çok yüksek düzeydeydi. Mesela, yıllarca Allah’a olan saygımdan, edebimden dolayı ayaklarımı uzatıp yatamazdım. Kıvrılıp yatardım ve bir süre sonra ayaklarım uyuşurdu. Daha sonra bir beşer olarak kaçınılması mümkün olmayan böyle bazı insani durumların zorunluluğunu nice telkinlerle kendime kabul ettirerek ayaklarımı uzatabildim.”
Çocukken Eşyanın Zikrini Duyması
Kur’ân-ı Kerîm’de “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tespih ederler. Her şey O’nu hamd ile tespih eder. Ancak, siz onların tespihlerini anlamazsınız. O, halîm’dir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.” (İsra, 17/44) buyrulmuştur. Bu ayetten de anlaşıldığı gibi kâinattaki canlı cansız her şey Allah’ı zikreder. Bizler bunun farkında olmasak da varlık âleminin tamamı Allah’ı zikredip yaradılış gayesine hizmet ederek eşsiz bir senfoni oluşturur.
Kur’ân’ın bu ifadeleri, cansızlar da zikir mi edermiş gibi aklın tuzağına takılmış bazı kişilere anlaşılmaz gelebilir. Ancak bu, hakikati değiştirmez.
Kendisinde görülen başka bir özel halinden bahsederek şimdi bu konuya temas edeceğiz:
“Ben küçük yaşlarımdan beri etrafımdaki her eşyanın kendine has zikrini duyardım. Yalnız bu sesleri benim gibi herkes duyar sanırdım. Ne zaman ki nefsle daha ciddi bir mücadeleye girdim, bu zikirlerin seslerinin şiddeti de yükseldi. O zaman bu sesleri sorgulamaya ve etrafımdaki arkadaşlara sormaya başladım. Sonra anladım ki bu sesleri duymak bana ait özel bir halmiş.”
Evet, böyle bir hissediş ve pek yüksek bir kabiliyetin bizlere Allah’ı (c.c.) tanıma ve bilme konusunda hiç şüphesiz söyleyecek çok şeyi var. Bir bilim adamı ya da filozof ve felsefeci, ilahiyatçı da Allah (c.c.) hakkında konuşabilir. Fakat Allah (c.c.) ile duygusal bağların güçlü oluşu, kulluk gibi bir kaygısı olan herkesin vazgeçilmez arayışı ve çabasıdır. İnsan gerek kendi talebiyle seven olur gerekse adeta ilâhî bir çekilmeyle sevilerek bu duygularını güçlendirebilir. Önemli olan bu istek ve çabanın bir ömür boyu taleplisi olmaktır. Kulda Allah (c.c.) sevgisi Allah’a itaat etmeyi sevmek, itaati irade etmek, gazabından rahmetine sığınmak şeklinde tecelli eder.
İnsanların zihinlerindeki ve gönüllerindeki yaratıcı algısı her zaman birbiriyle uyumlu olmalı. Allah’ı (c.c.) merhametli, affedici, insanın tüm ihtiyaçlarını giderecek kudrette görmek isteyen insanoğlu “Ben kulumun zannı üzereyim. Beni nasıl tanırsa öyle muâmele ederim.” kudsi hadisi Allah’a (c.c.) hüsn-ü zan beslemek, ama aynı zamanda havf ve reca arasında bulunmaya dair, sahih, doğru, güvenli bir düşünme, akletme ve gönül ortaya koyma alanı açıyor ki, bu her şeyden kıymetlidir. Çünkü bir ömür boyu öylece amel eder, öyle düşünür ve ebedi hayatta da bu vaadi apaçık görürüz. Çünkü Allah’ın va’di haktır daima. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.), ölüm döşeğinde olan bir gencin yanına girdi ve ona, “Sen kendini nasıl buluyorsun?” diye sordu. Genç, “Ben Allah’ın affını umarım Yâ Resûlâllah! Ve günahlarımdan da korkarım.” dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Bu vakitte herhangi bir kulun kalbinde bağışlanma umudu ve günah korkusu birleşince, mutlaka Allah o kuluna dilediğini verir ve onu korktuğu azabından emin kılar.” (Neseî, Zühd: 31) Buradaki müjde, söylenen yerde aynı incelikte duranlar için tam da ihtiyacımız olan ümidi, layıkıyla hissetmemizi sağlar. Üstelik de ümitsizlik duygularımıza layıkıyla merhem olur. Çünkü Allah (c.c.); “De ki: Ey günahta aşırı giderek nefislerine zulmetmiş kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Muhakkak ki Allah, bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir. Öyleyse azap gelmeden önce Rabbinize dönün ve O’na teslim olun; sonra kimseden yardım göremezsiniz.” (Zümer, 39/53-54) buyurur. Çok güzel bir cümle var ki meseleyi özetlemeye yetiyor; “Aşırı korkudan dolayı ümitsiz olmamak” ve “Aşırı ümitten dolayı korkusuz olmamak…” Çok kıymetli büyüğümüz Şenel İlhan Beyefendi’nin orijinal bir tespiti var ki gerçekten amel edilmeli. O; İslam’da gençlere uyarı ve nasihatin kıymetli, yaşlıların ise ümide yönlendirilmesi gerektiğini söyler. Fakat bu devirde özellikle gençlere ümit sohbetlerinin yapılması gerektiğini bizzat ifade eder. Devamını getirmek ise sabır, sebat, gayret ve tefekkürle alakalıdır. İslam, tevbe gibi müthiş bir kapıyı sürekli açık tutan muhteşem bir dindir. Bediüzzaman’ın deyimiyle; “Vermeyi istemeseydi, istemeyi vermezdi.” düsturundan hareketle, duygularımızı güçlü, himmetimizi üstün, gayretimizi kavi tutmalıyız ki, hazinesi bol olanın lütuflarıyla ihsan olunalım… Aklı, duyguları ve öğrenme yeteneği olan insana da ancak bu yakışır. Nitekim hikmet, her şeyi yerli yerinde yapmaktır. İnsanın en kıymetli eylemi ise Rabbi ile samimi, sıcak, duygulu ve güvenli ilişkiler kurmaktır. Allah’ın (c.c.) tüm sıfatları zaten bizi böyle bir yere davet etmektedir. Aksi halde varoluşu anlamlandırmak mümkün olmadığı gibi, insanın temel kaygı ve ihtiyaçlarına cevap vermek de mümkün olmazdı. İnsan hayatı tecrübelerle dolu olduğuna göre artık bu noktaya gelmek kaçınılmaz olsa gerek… Eminiz ki ümitle gelen hissediş, zamanla Allah (c.c.) ile olan ilişkimizin içini saygı, edep, sevgi ve gayretle dolduracaktır. Yeter ki birbirimize bu konuda layıkıyla destek olalım… Bu dahi, Allah (c.c.) ile ilişkimizin en önemli boyutudur. Nitekim ahlak, toplumsallık, sosyallik ve dayanışma da buradan doğar. Allah’ın (c.c.) kullarına peygamberler aracılığıyla ilettiği düzen budur ve ancak böyle anlaşılır.
Her şeye bu güzellik, incelik, gayret ve itina ile bakmanız dileğiyle…