1995’te duyguların zihinsel parçacıkları keşfedildi ve kitap haline getirilip yayınlandı. Ondan sonra bilimde yeni bir devrim başladı. Bu, eğitim sistemini de etkiledi ve beyin temelli yetenek, beceri, duyguyla ilgili bir eğitim benimsendi.
Yetişen yeni kuşağımız ortada. Çocuklar okula gelmek istemiyor, hep kendilerini düşünüyorlar. İyi nesiller yetiştirmek için muhakkak insanların duygularına hitap etmek gerekiyor. Bu, insanlarda gün yüzüne çıktığı zaman hep şunu görüyorum. Duygularını bastırıyor mu ya da sağlıklı ifade ediyor mu? Mesela çocuğun çok yüksek zekâsı var. Mükemmel keman çalıyor, satranç oynuyor, aslında bir dahi ama duygusal zekâsı hiç yok. Evliliğinin 11. yılında karısına şunu söylüyor: Seninle evli kalmamı istiyorsan benden şikâyet etme, yemeğimi yatak odama getir, benden dostluk veya umut bekleme… Boşanıyorlar daha sonra bazı büyük insanlar keşif yapıyor ama mutlu değil. Yalnız yaşayıp yalnız ölüyorlar. Bunlar sadece akıl eğitimine göre yetiştirilen insan tiplerine çok güzel örneklerdir.
Duygusal eğitim, bilimin somut kanıtları arasındadır. Literatüre girmiş bir vaka: Çok zeki bir avukat ve işinde çok başarılı. Lüks içinde yaşıyor, arabası ve özel arazisi var. Ama bu insan birdenbire kişilik değişimi geçiriyor. Sabahları geç kalkıyor, toplum içerisinde geğirmeye başlıyor, sulu şakalar ya da müstehcen konuşmalar yapıyor. İşleri iflas ediyor ve sonuçta karısından boşanıyor. Daha sonra herhangi bir vesileyle EMAR çektirdiğinde beyninin ön bölgesinde mandalina büyüklüğünde tümör olduğu görülüyor ve kişilik değişiminin nedeni anlaşılıyor. O halde duyguların, beynin ön bölgesi ve temporal bölgesinin arasındaki bağlantının sağlıklı olmayla ilgisi ve bu bağlantıyı nasıl geliştiririz diye araştırmalar başlıyor. Bunun üzerine, duygular zihinsel bir kategoridir ve duyguları eğitimle eğitebiliriz diye bir tartışma açılıyor. Meslek hayatımda gördüğüm bu ikinci kuşak ilaçlar ilk 88-89 yıllarında çıktı ve onların etkisi daha az. İlk kullandığımda işe yarıyordu.
Bir bayan öğretmen hastam vardı, bağırdığı zaman okulu çınlatıyordu. “Ticaret okulunda olmak istemiyorum.” diyordu. Kendisine bu ilaçtan verdim. 3 hafta sonra geldi, “Doktor Bey, bu kadar da olmaz ki. Öğrencilere 3 saat ders anlatıyorum.” dedi. Bu kişi duygularını depresif şekilde yaşıyor ama beyni bu ilaçla o depresiflikten çıktığı zaman öfkesi geçiyor.
Benzer ilacı başka bir hastama vermiştim, o da iyileşti. Fakat “Doktor Bey, artık bu ilacı kullanmak istemiyorum. Ben sinirlendiğimde kendimi daha iyi hissediyorum.” dedi. O öfkeyi karısına karşı güç gösterisi olarak kabul ediyormuş.
Bir başkasına da aynı ilaçları verdim ama ona fayda etmedi. Çünkü beyinde bu ilaçların genetik karşılıkları var. Duygu, korku, öfke gibi belirtilerin beyinde genetik olarak kodlanmış bilgiler bulunuyor. Bazı durumlarda kişi öfkeye önem verirse onunla ilgili paket açılıyor ve beyin öfkeyle ilgili proje üretmeye başlıyor. Bu devam ettiği takdirde de o insanın kişiliği haline geliyor. Ama burada şöyle bir ayrıntı var: Bir insanın, doğrudur diye bir düşünceyi kabul etmesi gerekmiyor. O düşünceye duygu da eklemesi gerekiyor. Bazı insanların düşünceye duygu eklemesi de ancak inançla mümkün olabiliyor. Düşünce de duygu da tek başına inanç olmuyor. Duygu ve düşünce birleştiği zaman inanç seti oluşuyor. Bu da yeterli değil, tekrar etmek gerekiyor. Tekrarla alışkanlık haline geliyor. Ancak bu da kâfi değil. Devamlı tekrar etmenin sonucunda ancak 6 ay sonra kişiliğin bir parçası oluyor. Dolayısıyla bir düşünceye hükmedilmesi ve onun kişiliğinin parçası olması ve de otomatik davranış haline dönüşmesi için beyin ancak 6 ayda network dosyaları oluşturabiliyor. Şimdi burada bir araştırma sonucunu sunmak istiyorum. Bu okul öncesi öğrenci psikolojisi ile ilgili bir çalışma olup aynı zamanda okuldaki verimliliğe kaynak oluşturmuştur. Böylelikle öğrencilerin performansını ölçüyorlar. Araştırmacılar “Performansa ne etki eder?” diye düşünüp, eğitimci olarak bir gruba takdir, övgü sözcükleriyle yaklaşıyorlar. 5. gün performansın arttığını görüyorlar. İkinci grubu ise sürekli tenkit ediyorlar. Sonuçta performanslarının düştüğü fark ediliyor. Üçüncü gruba karşı da ilgisiz davranıyorlar. Burada ne olumlu ne olumsuz hiçbir gelişme olmuyor. Aslında çocuğu eleştirmek, ilgisiz kalmaktan daha az üzüyor. Çocukluk çağı travmalarında kullandığımız formlarda bazı sorular sorarız: Çocuğa karşı duygusal ihmal var mı? Anne-baba çocuğa sevgisini vermiyorsa duygusal ihmal söz konusudur. Bu, çocukta travma etkisi yapıyor. Duygusal istismar ise tam tersi, duygu sömürüsü yapan anne-baba modelidir. Çocuğun muhtaç olduğu duygu ihtiyacını vermeyen ilgisiz 3. grup ise “Ben bir şey yapmadım ki.” diyor. Hâlbuki çocuğun temel sevgi ve duygu ihtiyacını vermiyor ve o çocuk, bu % 5 sınıfına giriyor. Çünkü kendine değer ve önem verilmediğini hissediyor. “Hiç olmazsa benim varlığımın farkında, tenkit de olsa ilgisizlikten daha iyi.” diyor. Tabi ki tenkit, gerçekten motivasyonu kırar. Tenkit teşvik edilmez, istisnadır. Ama maalesef bizim kültürümüzün olumsuz yönlerinden birisi de beyin doğru bir gerçeklik testi yapamıyor. Aslında iyi, doğru, güzel ve gerçek konusunda beyin gerçeklik testi yapar. Bir şeyi ararken bu gerçek mi diye bakar. Ondan sonra doğru mu değil mi diye sorar. Ardından faydalı mı faydasız mı olduğunu değerlendirir. En sonunda da iyi mi güzel mi diye sorar. Bütün bu sorulardan sonra elde ettiği bilgileri olumlu ya da olumsuz dosyalarına yerleştirir. Ama biz kültür olarak hep olumsuzları ve yanlışları dosyalamaya alışmışız. Mesela çocuğun karnesinde 8 tane pekiyi, bir tane orta notu var. Ailesi “Sen ne biçim çocuksun!” diyebiliyor. Hatta şahit olduğum bir vaka; çocuk 97 almış ama velisi “Niye 100 almadın?” diye çocuğu hırpalamıştı. Bunun üzerine çocuk da “Ben ne yapsam 100 alamayacağım ve annemi memnun edemeyeceğim.” deyip çalışmayı bıraktığı için hep zayıf almaya başladı. Yine anne sinirlenip kızıyor ama artık çocuk, anne sinirlendiği için zevk alıyordu. Çünkü anneye karşı büyük bir tepki var. Böyle bir ailenin duygu eğitimi alması lazım. Tekrar baştaki araştırmaya dönersek, buradaki kontrol grubunda bir değişiklik yok. Hiçbir şey yapmadan normal eğitime devam ediyorlar. Ama diğer gruplara ise “karı-koca, birbirinize itibarlı, iltifatlı, lütufkâr muamele edin” diyorlar. Hatta Nebraska Üniversitesi’nin mutlu aileler üzerine yaptığı yeni araştırma sonuçlarına göre 3 özellik tespit ediyorlar: Birincisi; övgü, iltifat var. İkincisi, birlikte çok zaman geçiriyorlar. Üçüncüsü, birlikte geziye giden aileler. Yine aile terapileri konusunda çok yetkin bir psikoloğun tespiti: Gelen çiftleri hiçbir şey yapmadan 15 dakika gözlemliyor ve onların %90’ının evliliklerini sürdürüp sürdüremeyeceğini tahmin ediyor. Eğer çiftler bir arada otururken yoğun olarak birbirlerini iğneliyorsa eleştiriyorsa o evlilik yürümüyor. Ama birbirlerine övgü, onay sözcükleri çok kullananların evlilikleri devam ediyor ve ilişki daha sağlıklı yürüyor. Bu konuda 1’den 5’e kadar bir puanlama yapıyor.
İnsan bir günde ortalama 21 tane iletişim kuruyor. Bizim burada konuşmamız da bir iletişim. Beynimiz bu 21 iletişimi olumlu veya olumsuz hanesine yüklüyor. Mesela karşımızda yüzü gülmeyen birini gördüğümüzde beynimiz onu olumsuz olarak kaydediyor. Bizim beynimizde duygusal nöronlar var, aynı internetteki nöronlar gibi ve bunlar aynı zamanlarda çalışıyor. Beyinde aynı internet gibi çalışan sinir hücreleri var ve bunlar hayal ederken, yemek yerken ve yemek yiyeni seyrederken beynin aynı bölgesi aktif hale geliyor. Bu çalışmalar sonucunda yanımızdan herhangi bir duyguyla birisi geçiyorsa, beynimizin o duyguyla ilgili bölümü aynı anda aktif şekilde çalışmaya başlıyor. Bu da telsiz internet gibi ayrı çalışan nöronlar vasıtasıyla oluyor. O halde bizim duygu eğitimi dediğimiz her şeyin beynimizde biyolojik bir karşılığı var ve duygu eğitimiyle beynimize antrenman yaptırmaktayız.
Şu anda “pozitif psikoloji” çok yoğun bir şekilde gelişiyor. New York’ta Amerikan Psikiyatri Birliği’nin Kongresi vardı ve 36 ülkenin kaydı yapıldı. Pozitif psikoterapide 3 tane yöntem kullanılarak insanın tekrar depresyona girmemesi sağlanıyor. Bir insanı depresyondan çıkarmak önemli ama tekrar girmemesini de sağlamamız gerekiyor. Şimdi normal psikiyatrinin yaptığı, eksiyi sıfıra getirmek. Pozitif psikoterapinin yaptığı ise sıfırı artıya getirmek. Birincisi, duygusal pozitiflik. Bunun bizim kültürümüzdeki karşılığı “hüsn-ü zan”dır. Bir insanla karşılaştığımız zaman pozitif davranmalıyız, onun hakkında iyi zanlarda bulunmalıyız. İnsan ilişkilerinde “hüsn-ü zan” esas, kötü zan ise istisna olmalı. Birinci derece yakınlarıyla, aileleriyle ve dostlarıyla hüsn-ü zan etmeli. Ancak düşman diye bildiği kişilere su-i zan etmeli. Biz dosta düşmana, herkese karşı su-i zan ediyoruz. İkincisi, zihinsel esneklik: Herhangi bir terslikle karşılaştığın zaman katı ve menfi olmayacaksın.
Öğrenmede üç yol var; birincisi, ortalama bir insan hata yapar ama ikinci hatayı yapmaz. İkincisi, akıllı insanlar başkasının tecrübesinden faydalanır ve o hatayı yapmaz. Üçüncüsü, bir insan hata yapar, tekrar yapar, tekrar yapar… Hatta 10 sene sonra yine aynı hatayı tekrarlar. Anadolu’da bu tip insanlar için “Hiçbir şeyden ders almıyor.” denir. İşte duygu eğitimi, insanın kendini geliştirmesine yarıyor. Duygu eğitimine, projesine baktığınız zaman sanki bizim tasavvuftaki nefs terbiyesini almışlar, metodolojisini geliştirmişler ve sistematize etmişler, bize bunu anlatıyorlar. Bu beni çok rahatsız etti. Çünkü diğer bilimsel verilerde referans vermeden bunu referans kullanıyorlar. Bunun üzerine ‘Yunus Terapi’ ve ‘Mesnevi Terapi’ gibi kitapları yazmak zorunda hissettim kendimi ve “Bunun referansı 1400 sene önce vardı zaten.” diye söylemem gerekiyordu. Çocuğunuzu eğitirken onların duygularını da eğittiğinizi düşünmek zorundasınız. Çünkü çocuk canlı kamera gibidir, anne-babasının her yaptığını gözlemler ve beynine kaydeder. Mesela suyu ortalığa döker, ondan sonra annem babam ne yapıyor diye yan gözle bakar. Böylelikle hayatı öğrenir. Bunun için mutlaka çocuğu karşımıza alıp nasihat çekmemiz gerekmez. Çocuğun o andaki duygularını doğru ifade etmesi ve onu onaylıyor muyuz onaylamıyor muyuz, tebessüm ediyor muyuz etmiyor muyuz noktası çok önemli.
Birçok evlilikte erkekler sevgi dolu bir bakışı, birkaç güzel sözü esirgiyorlar ve o ilişki zarar görüyor. Bunlar aslında kadının da erkeğin de en büyük ihtiyacıdır, eşine vereceği en güzel hediyedir, pahalı hediyeler almaya lüzum yok. Bazı bencil erkekler hediye alır ama o, aynı zamanda kendi işine de yarıyordur. Diyelim ki çikolata almıştır ama önce kendisi yer. Nişanlı bir çift sinemaya gitmişler. Erkek kıza “Yerin rahat mı?” diye soruyor. Kız “Beni ne çok düşünüyor.” diye seviniyor. “Sahneyi görüyor musun?” diye yine soruyor. Kız “Görüyorum” diyor. Erkek “Hadi yer değiştirelim.” diyor. Bencil insanlar sinemada da evde de hayatın birçok alanında da böyledir. Empati, duygu eğitiminde çok önemlidir.
Günümüzde insanlar merhametsiz, bencil ve acımasız. Günümüzde şiddet arttı, çünkü merhametsiz insanlar çoğaldı. Şimdi yeni kuşak dediğimiz bir nesil var ve onların baskın iki özelliği, egoist ve konformist olmalarıdır. Tamamen benmerkezci. Benim işime yarıyorsa iyidir, yaramıyorsa kötüdür. Ya da konformist, kendi rahatına düşkün.
Bir iş adamı anlatıyor: “Bizim zamanımızda bir işe girmek isteyen insanlar ‘Mesai önemli değil, kaç saat olsa çalışırım, verilen her şeyi yaparım.’ diyordu. Yeni gelen kuşaklar iş için geliyor ve ‘Öğle tatili ne kadar, akşam kaçta işten çıkacağız? Burada bazı kolaylıklar ya da yüzme havuzu vs. var mı?’ gibi sorular soruyor. Ama içlerinde bilgisayar vs. bilen yetenekli gençler de var. Bazılarını yönetim danışmanlığı gibi yerlerde görevlendirip işle ilgili birtakım eğitimlerden geçirdik. Burada başarılı olanları işe alıyoruz.”
Bizim hastanede çalışan bir genç vardı, sebepsiz yere birden ayrılacağım dedi. Kalite standardı gereği niçin ayrıldığını öğrenmek için insan kaynakları soruyor. O da “Ben burada iyi kazanıyorum ama kazandığımı harcayamıyorum. Niye çalışayım ki!” diyor. Bunu söyleyen de 20-21yaşında bir çocuk. Bütün yeni nesilde bir acelecilik, sabırsızlık, kolaycılık var. Bizim nesiller gibi emek verip biraz çabalamak istemiyorlar. Çünkü kendilerine her şey altın tepside sunulmuş. Tabi onlara da kızmamak lazım aslında. Böyle yetişmelerine ebeveynler sebep oluyor. Dolayısıyla hedefi olan, gelecek için riske giren ve ileriye dönük bir projesi olan gençliğin yetişmesi lazım. Tekrar etmek gerekirse, çocuğun eğitiminde empati çok önemli. Ama bu sadece karşındaki insanla birlikte ağlamak değil. Kendi duygularını koruyup karşında bulunan insanın da duygularını göz önüne alıyorsun ve ikisinin arasında onu anlamaya çalışıyorsun. Mesela empatisi olan birinin yol tarifi yapmasıyla empatisi olmayan birinin yol tarifi çok farklıdır. Temel ile Dursun nehrin iki yakasında duruyor. Dursun “Karşıya gelsene.” diyor. Temel karşıdan cevap veriyor “Zaten karşıdayım, niye geleyim ki.” diyor. İnsan ilişkilerinde de empati, karşı tarafın yerine geçerek bakabilmektir.
Temel bir gün okuldan kaçmış eve gelmiş. Öğretmen de eve telefon ediyor. Telefonu Temel açıyor, öğretmen babasını soruyor, Temel “Babam evde değil.” diyor. Öretmen “Peki, ben kiminle konuştum?” diyor. “Babamla konuştunuz.” diyor. Çocuk bunu diyebilir ama empati yapmayabilir. Ancak eğitimci olarak muhakkak empati yapmamız gerekiyor. Empati de eğitimle öğrenilmesi gerekiyor, kendiliğinden öğrenilmiyor. Empati konusunda kadınlar erkeklere göre daha iyi. Bir araştırma yapılıyor; çocuklar oyun oynarken düşüp yaralanıyorlar. Erkek çocuklar oyunlarına devam ederken kız çocuklarının yaralılara yardım ettiği görülüyor. Genetik kodlamayla ilgili, annelik yapabilmesi için bu kodlama yaratılışında var, empati kurmalarını ve hassas olmalarını sağlıyor. Bu nedenle empatinin öğrenilmesi çok önemli.
Duygularımızın da hastalıkları vardır: ümitsizlik, büyüklük, karamsarlık, öfke, kıskançlık, düşmanlık gibi. Mesela “Ben kıskanç değilim.” diyen insan yalan söylüyordur. Çünkü kıskançlık, insandaki ilk olumsuz duygudur. Hatta şeytanın Hazreti Adem’e karşı hissettiği duygu da kıskançlık duygusudur. O topraktan yaratılmış ben ateşten yaratıldım ve Allah indinde ben daha kıymetli olmalıyım diye kıskanıyor. Kıskançlık ve arkasında büyüklük duygusu da var tabi. İnsanlarda da kıskançlık, büyüklük, ümitsizlik, düşmanlık doğal olarak vardır. Çünkü nefsimiz bu duyguları besliyor. Şeytan da bununla ilgili vesvese veriyor, ümitsizlik için diyor ki: “Battı balık yan gider.” Karamsarlık, insanı en çok başarısızlığa iten duygudur.
Evlilik için “güven yuvası” da demek lazım. Nasıl ki meyvelerin kabuğu olmadığı zaman çürüyor, sevginin kabuğu, koruyucusu da güvendir. Güven olmazsa o evlilik dağılıp gidiyor. Tabi güvenin oluşması için de yalanın olmaması gerekiyor. Çünkü yalanın olduğu yerde güven zayıflıyor, sevgi azalıyor. Bütün iyiliklerin kapısını doğruluk, bütün kötülüklerin kapısını ise yalan açıyor. Dolayısıyla duyguların eğitiminin içine aynı zamanda değerler eğitimi de giriyor. Biz önceleri 3D (duygu, düşünce, davranış) derdik. Şimdi 4D (duygu, düşünce, davranış, değerler) diyoruz. Değerleri bir insana öğretmediğiniz, duygularıyla birlikte karıştırmadığınız zaman olumlu olumsuz, faydalı faydasız, gerçek mi değil mi ayrımını yapamıyor…