Hekimlere ithaf ettiğiniz güzel bir çalışmanız var. Konusu ise “Doktorlara yönelik nefret söylemi…” Nefret söylemi deyince ne anlamalıyız? Nefret söylemi sadece kalıp yargılar ve ayrımcılıktan mı oluşur? Nefret söylemi bir ifade özgürlüğü müdür?
Teşekkür ederim. Günlük hayat içinde bir konu üzerinde konuşurken o konunun muhatabıyla ilgili belki deneyimlediğimiz belki de duyduğumuz şeylerden kaynaklı olumsuz ifadelerde bulunabiliriz. Ancak bir ifadenin nefret söylemi olarak değerlendirilebilmesi için söz konusu kişinin ait olduğu grubu da kapsaması gerekir. Yani bahsi geçen kişiyle ilgili, onun kişisel özelliklerinden ziyade, ait olduğu gruba dair bilinenlerden hareketle değerlendirmelerde bulunulduğunda, nefret söylemi oluşmaya başlar. Çünkü bu bizi ister istemez bilinenler doğrultusunda genelleme yapmaya iterek insanları çeşitli kategorilere bölmemize yol açar. Örneğin yaş, cinsiyet, ırk, din veya meslek gibi kimlikler dikkate alınarak bir gruplama yapıldığında, o grubun bilinen özellikleri nedeniyle olumsuz ifadeler kullanılması sonucu, “ben” ve “öteki”, “biz” ve “onlar” şeklinde ikili karşıtlıklar oluşturulmuş olur. Böylece bir değersizleştirme ideolojisi ortaya çıkarak hem geçmişte yaşananlar hem o anda yaşananlar hem de gelecekte yaşanması muhtemel olanlar üzerinden bir bakış açısına sahip olunması sebebiyle aynı söylem araştırılmaksızın sürekli yeniden üretilir. İşte nefret söylemi deyince bir grubun ait olduğu kimliğine yönelik, ardalanını tam olarak bilmeden söylediğimiz olumsuz kalıp ifadeleri ve bunlar doğrultusunda önyargılı yaklaşımları kastediyoruz diyebilirim.
Kalıp yargılar ve ayrımcılık, nefret söyleminin oluşmasındaki unsurlardan sadece ikisi; bunlarla birlikte ötekileştirme, önyargılar, damgalama gibi faktörlerden de bahsedebiliriz. Bir söylemi nefret söylemi olarak değerlendirebilmek için bu unsurlardan biri yeterli olabildiği gibi bazen birkaçı da aynı anda bulunabiliyor. Öte yandan belirtmek gerekir ki daha önce yapılmış çalışmalar, söylemin niteliği doğrultusunda çeşitli kategoriler olduğuna da dikkat çekiyor. Örneğin söylemde geçen abartma/yükleme/çarpıtma, küfür/hakaret/aşağılama, düşmanlık/savaş söylemi, simgeleştirme gibi kategoriler çerçevesinde de nefret söylemi oluşabiliyor.
Her şeyden önce nefret insanlığa karşı yapılan olumsuz bir tavır olduğu için suçtur. Bu anlamda da nasıl ki ifade özgürlüğü bir insan hakkı ise nefret söylemi de hak ihlali olarak ifade özgürlüğünün istisnası olarak görülür. Zira ifade özgürlüğü altında bu hakkı kullanma durumunun yapılan uluslararası düzenlemeler doğrultusunda ve belli kıstaslar çerçevesinde sınırları çizilmiştir. Dolayısıyla nefret söylemi bu sınırların dışında kalmış olur. Üstelik söz konusu sınırların dışında hekimlere yönelik söylemler konusunda da ilgili maddelerin varlığından söz edilebilir.
Sağlıktaki şiddet açısından nefret söylemini değerlendirir misiniz? Doktorlara yönelik nefret söyleminde internet, yazılı basın, haber ve televizyon programı olarak dikkatinizi çeken şeyler var mı?
“Sağlıkta şiddet” denildiğinde- tabii medyaya yansıyan haberlerden de kaynaklı ilk fiziksel şiddet akla gelir. Fiziksel şiddetin önemi daha ağır bastığından sözel şiddet hep göz ardı edilir. Oysa fiziksel şiddeti tetikleyen unsur sözlerde başlar. Bir kavganın başlangıcını düşünün. Ortada hiçbir sözlü dalaş olmadan bir anda birbirine vurarak kavgaya tutuşan, zannediyorum çok az insan vardır. Dolayısıyla her fiziksel şiddeti tetikleyen sözel şiddetten bahsetmek mümkündür. Bu anlamda Raphael Cohen-Almagor’un “Kelimeler, büyük ölçüde, eylemleri yönlendiren emirlerdir.” ifadesini çok yerinde buluyorum. Zira bana göre de eylemden önce söylem gelir ve söylemdeki şiddeti bitirmeden eylemdeki şiddeti bitirmek neredeyse mümkün değildir. Ayrıca sözel şiddeti sadece küfür, hakaret gibi ağır ithamlar üzerinden de düşünmemek gerekir. Suçlama, aşağılama, yıkıcı eleştirilerde bulunma, alaya alma, tehdit gibi her ifade sözel şiddet kapsamındadır ve tüm bunlar nefret söyleminin oluşmasında alt zeminde yer alır. Dolayısıyla sağlıktaki şiddeti bu şekilde değerlendirerek nefret söylemi ele alınabilir. Çünkü suçlama, yıkıcı eleştirilerde bulunma, aşağılama, tehdit gibi pek çok durum günümüzde doktorların maruz kaldığı ifade biçimleri arasındadır.
Öte yandan sağlıktaki şiddet sorunu söz konusu olduğunda hep toplumun yaklaşımları öne çıkarılsa da aslında öncelikle doktorlara yönelik kalıp yargıları yeniden üreten, olayları önyargıyla değerlendiren ve bunlardan kaynaklı ötekileştirmeye yol açarak toplumun düşünce yapısını besleyen medya organları ele alınmalıdır. Çünkü yıllardır doktorlarla ilgili üretilen içerikler o kadar kemikleşmiş ve o kadar sıradanlaşmıştır ki ne ifadelerin nefret söylemi olarak değerlendirilmesi ne de bilinçaltındaki doktor kimliğine etkisi söz konusu olmuştur. Dolayısıyla sağlıktaki şiddetle mücadelede önce bize belli durum modelleri sunan profesyonel medya organlarından başlamak gerekir. Peki nedir bu durum modelleri? Bu noktada sizin de belirttiğiniz medya organlarında dikkat çeken şeyler, aslında oldukça aşina olduğumuz “doktor hatası”, “doktor ihmali”, doktorların kötü davranışları (bağırması, ilgilenmemesi, kibirli olması) gibi söylemin bağlamı doğrultusunda olumsuza yaslanan ve sonucu yargı kararıyla kesinleşmeyen tutumların suçlayıcı/yıkıcı bir şekilde aktarılması ve anlatma biçimi olarak da “sağlam geldi, ölü çıktı”, “yürüyerek geldi, yatalak çıktı”, “ameliyat oldu, sonra öldü”, “doktor ilgilenmedi, yüzüme bakmadı” gibi özetleyici ve akılda kalıcı “bilinen” kalıpların tercih edilmesidir. Bu tür ifadeler her ne kadar medya mensuplarının doktorlarla ilgili konulardaki rutin yaklaşımlarının bir parçası olsa da kalıp yargıları yeniden ürettikleri, yargı kararı kesinleşmeden ele aldıkları için önyargıyla hareket ettikleri, “biz” ve “doktorlar” şeklinde ikili karşıtlığa neden oldukları için onları ötekileştirdikleri ve tüm bunlardan yola çıkarak doktorlara yönelik nefret söylemine yol açtıkları söylenebilmekle birlikte, kitleleri de aynı bilinçle doldurma ihtimalinden söz etmek son derece önemlidir. Burada önemli gördüğüm bir diğer noktaya temas etmeden geçmemem gerektiğini düşünüyorum. O da “iddia” kelimesinin stratejik kullanımı. Bu tarz haberlerde çoğunlukla “iddiaya göre” ifadesine sıklıkla başvurulduğu görüyoruz. Örneğin “İddiaya göre doktor hatasından öldü”. İddia kelimesinin bu kullanımında medya mensupları her ne kadar sorumluluğu üzerinden attıklarını düşünse de olayları “mağdur odaklı” taraflı bir bakış açısıyla ele aldıkları için ideolojik yaklaşım sergilemektedirler. Oysa kimi çalışmalar, hasta yakınlarının iddialarıyla ele alınan bu tür haberlerde onların eksik ya da hatalı bilgiye sahip olabildiklerini belirterek haberlerin mağdur odaklı yapılmasının, olayların tüm yönlerinin görülmesini engellediğini ortaya koymakta ve okurun/izleyicinin çok yönlü bilgiye erişmesini ve anlamlı bir sonuca varmasını önlediğini ifade etmektedir. Böylece medya belki de gelişen bir komplikasyondan hayatını kaybeden kişinin sebeplisi olarak hekimleri hedef göstermekte ve insanların da “Acaba benim hastama da aynı şey mi yapıldı, o da mı hatadan ya da ihmalden öldü?” gibi düşünmesini salık verir. Özetle doktorlar hayat kurtaran değil, hayattan koparan kişiler olarak resmedilir. İşte tüm bunlar hem medya organlarının doktorlara yönelik nefret söylemine yol açmakta hem de insanların algılarını yönettiği için sağlıktaki şiddeti körükleyen örneklerden yalnızca birkaçını oluşturmaktadır. Bu anlamda geçtiğimiz aylarda yaşanılan Dr. Ekrem Karakaya cinayetini hatırlatmak isterim. Tam olarak ardalanını bilmesek de medyaya yansıtılan öldürülme nedeni neydi?
Bizzat doktorlarla yaptığınız görüşmelerde maruz kaldıkları durumlar bakımından sözel, psikolojik ve fizyolojik olarak en çok hangi konular dillendiriliyor?
Yaptığım çalışma gereği medyadaki nefret söylemini ele aldığım için araştırmanın çerçevesi doğrultusunda oluşturduğum sorular sadece bu konuya yönelikti. Dolayısıyla hekimler en çok hangi şiddet türünü ifade ediyor sorunuza karşılık net bir yanıt vermem mümkün olmadığı gibi keza şiddet türleri girift bir yapıda olduğu için birbirinden ayırmak da çok olası değil. Ancak yine de söyleyebilirim ki hastayla aralarındaki ilişkiyi değerlendirdiklerinde, maruz kaldıkları en öne çıkan noktanın sözel ifadelerde olduğunu saptamak mümkün. Örneğin muayene sırası bekleyen hastalarla yaşanan sürtüşmelerde, içeride muayene olan hastanın ne kadar uzun süre kaldığı bile şikâyet konusu olduğu, hasta muayene ya da tedavi olurken diğer hastaların içeri girmesi sonucu hekimin dışarıda beklenmesini istemesine tepki verildiği, randevusuz gelip emir kipiyle “bakacaksın”, “yazacaksın” gibi ifadelerle taleplerde bulunulduğuna yönelik sözel tahriklerin yoğunluk taşıdığını gözlemleyebiliriz. Bu tür sözel saldırılar karşısında hekimlerin söyledikleri ise hastalar ya da hasta yakınları nezdinde “Doktor beni aşağıladı.” şeklinde algılandığı yönünde bir çıkarıma ulaşılmakta ve bunun ardında da küfürlerin, hakaretlerin peşi sıra geldiği, kimi zamansa olayın fiziksel şiddete vardığı da anlatılanlar arasında diyebilirim. Oysa kapıdaki kalabalıktan oldukça etkilendiklerini, psikolojilerinin bozulduğunu ifade eden hekimler, aslında yapmaya çalıştıklarının sadece hasta hakkını savunmak olduğunun altını çizmekteler. Ancak maalesef hasta ya da hasta yakınlarının olayı görmek istediği gibi ben merkezci bir bakış açısıyla değerlendirdiği sonucuna ulaşabiliriz.
Hak ihlali olarak baktığımızda, yaşananlar nedeniyle olan incinmişliğe dair doktorlar kendilerini nasıl ifade ediyorlar? Bu, tek yanlı düşünüşlere karşı kendilerini nasıl savunuyorlar? Sistemsel kaygıları var mı?
Çok üzücü ama her şeyden önce kendilerinin de insan olduğunu hatırlatarak söze başlıyorlar. Zaten oturup konuşmaya başladığınızda yaşadıkları o bunalımı hissetmemeniz mümkün değil. Aslında o kadar güçlü argümanları var ki dinlerken “Hiç bu şekilde düşünmemiştim.” diyebiliyorsunuz. Örneğin “doktor hatası” ile ilgili yapılan haberlerle ilgili soru yönelttiğimde -ki bu haberlerin neredeyse tamamının yargı kararıyla kesinleşmeden haberleştirildiğini tekrar vurgulamak istiyorum- “Biz de insanız, bir makinenin bile %1 hata payı varken bizden hiç hata yapmamamız bekleniyor.” diyerek hatanın mesleğin ilk gününden beri olduğunu öncelikle kabul etmemiz gerektiğini söylüyorlar ve en önemlisi tıpta hiçbir hekimin hastasının zarar görmesini istemeyeceğinin altını çiziyorlar. Hata diye yansıtılanların birçoğunun aslında hastalığın olağan komplikasyonları olduğuna dikkat çekerek; mesela “yürüyerek geldi, ölü olarak çıktı” diye yapılan bir haberin ardalanında; yürüyerek gelen hastanın kalp krizi geçirdiği, 2 yıldır devam etmesi gereken tedaviyi bıraktığı, genetik bir alt yapısı olduğu ya da kullandığı ilaçlara verdiği cevapla ilgili hiçbir bilgi yok diyerek medyanın zaten bırakın hekimi korumak gibi bir derdi olmasını, peşin hükümlü haber yaparak birine “katil” ya da “hırsız” demek gibi üzerlerinde bir leke bırakmasına neden olduğunu ifade ediyorlar. Kaldı ki hukuki çerçevede suç ispat edilene kadar kimseye suçlu denilemeyeceğini vurgulayarak dava sonuçlanmadan bu tür durumların ilan edilmesini elbette bir hak ihlali olarak değerlendiriyorlar. Ayrıca medyanın bu tarz haberlere halkın rağbet etmesi, ilgi duyması sebebiyle yöneldiğini anlatarak, aslında büyük bir kısmının doğru olmadığını söylüyorlar. Üstelik medyanın bu tavrından etkilenerek gelen hasta ya da hasta yakınlarına bu tür durumları anlatmanınsa neredeyse imkânsız olduğunu; çünkü ülkemizde medya okuryazarlığının da çok düşük olduğunu belirtiyorlar.
Bir diğer nokta hekimlerin davranışlarına ilişkin oluşan nefret. Profesyonel medya organlarında yine davranışlara ilişkin söylemler olsa da bu tür konuların asıl öneminin toplum içinde kazandığını görüyoruz. Doktorların ilgilenmediği, bağırdığı, azarladığı, bakmadığı, burnu havada, egolu davrandığı gibi pek çok kalıp yargı bulunuyor ve günlük rutinleri içerisinde de hasta ya da hasta yakınlarının onlara önyargıyla yaklaşmalarına neden oluyor. Daha kötüsü tüm doktorlara indirgeniyor, diğer bir deyişle genelleniyor. Hekimler bu tür konularla ilgili de yine insan olma durumundan yol çıkarak söze giriyorlar diyebilirim. Çünkü stresli bir ortamda çalışmaları sebebiyle hem hekimden hem de hastadan kaynaklı bireysel bazı problemlerin elbette olabileceğini; ancak sürekli aynı hekimle ilgili bireysel problemin pek de mümkün olmayacağını belirterek, nasıl her hasta aynı davranış biçimine sahip değilse, kendilerinin de aynı özveride veya kontrolde olamayabileceklerini anlatıyorlar. Kaldı ki bu tarz davranışların durduk yere meydana gelmediğini, örneğin emrivaki şekilde haksız isteklere (işe gitmemek için rapor çıkarma, randevusuz ilaç yazdırma) karşı olumsuz yanıt verdiklerinde ortaya çıktığını ifade ederek, kendilerinin de psikolojilerinin kaldıramadığı durumlarda aynı güler yüz ve sabırla yaklaşamadıklarını ve bir olumsuz olaydan sonra bu olumsuz ruh halinin arkadaki kaç hastaya yansımasının normal olduğunu belirtiyorlar. Ayrıca güler yüzlü olmanın tedavinin bir kısmı için elbette etkili olduğunu kabul etmekle birlikte, profesyonel bir iş yaptıklarını, herkese güler yüzle yaklaşmalarının pek mümkün olmayacağının altını çizerek bu beklentinin etki-tepki meselesi olduğunu, aslında hasta/hasta yakınlarının da kendilerine aynı yaklaşımı sergilemediklerini ifade ediyorlar. Bir de şunu eklemek gerekir ki meslek sosyolojisi açısından incelediğimizde hekim olabilmek bir ayrıcalık. Bunun yansımalarını da özellikle geçmişte, tıp fakültesi kazanana, doktor olana özel bir değer atfettiğimizden anlayabiliriz. İşte bu özel değer, diğer bir deyişle ayrıcalık, insan psikolojisinden kaynaklı ister istemez doktorlarla bir rekabete girişilmesine ve öyle olmasalar bile öyleymiş gibi görmek istenmesine; dolayısıyla da her tavırdan bir anlam çıkarılmasına neden oluyor diyebilirim.
Bu sorunların çözümüne yönelik olarak yapılanlar yeterli mi? “Biz” ve “doktorlar” şeklinde, toplum psikolojisi açısından dikkatinizi çeken şeyler var mı? Medyadaki nefret söylemi ve bu minvalde etik sorunların çözümü açısından farklı düşünüşler ve bizzat sizin önerileriniz var mı? Bir empati ve sempati alanı oluşabilir mi?
Sorunlara yönelik son dönemde “Beyaz Reform” adı altında yapılanlar önemli bir adım ve gelişmeyi gösterse de yeterli olup olmadığı konusunda hekimler adına bir şey diyebilmem mümkün değil; ancak ortaya koyduğum çalışma gereği özellikle profesyonel medya organlarının hekimleri hedef gösterecek içerikler üretmesiyle ilgili olarak yüksek mercilerin adım atmasına bile gerek kalmadan, medyanın kendi içinde bir özdenetim mekanizmasını devreye sokmasının yerinde olacağını düşünüyorum. Bu anlamda yapacakları en önemli şey olayların ardalanını araştırmadan ve yargı kararı kesinleşmeden haberleştirilmemesi, iddia kelimesinin stratejik kullanımından kaçınılması, mağdur odaklı bakış açısından uzaklaşılması, özellikle başlıklara taşınan özetleyici/akılda kalıcı/dikkat çekici ifadelerin tıklatma/okutma amacıyla öne çıkarılmaması son derece önemli ve etik çerçeve açısından medyanın toplumsal sorumluluğundan yalnızca birkaçıdır. Ayrıca hekimlerin aldıkları eğitimin zorluğu, girdikleri risklerin ağırlığı göz ardı edilircesine operasyonları basite indirgeme, doktorları küçümseme ve aşağı çekme gibi ifade biçimleriyle birlikte, haberlerin kurgusunda kullanılan üzeri örtük bırakılan imalar, muğlak ve belirsiz ifadeler, benzetmeler, öznel değerlendirmeler, genele indirgemeler, ön kabuller, abartmalar, çarpıtmalar, tekrarlar, inkârlar, karşıtlıklar, ince sözcük kullanmalar (alaya almalar), büyük puntolar, renkli harfler ve ünlem işaretiyle anlamı vurgulamalar gibi daha pek çok ideolojik yaklaşım tercih sebebi olmamalıdır. Bu bağlamda medyanın doktorlara yönelik kamu güveni yaratma noktasında oldukça hassas bir denge tutturması gerektiği gibi onların itibar ve haklarının korunması, onlara yönelik suç işlenmesinin önlenmesi ve kamu düzeninin sağlanması amacıyla da insan hakları ve etik ilkelere bağlı kalması hayati önemdedir.
Bunlar karşısında toplumun üyesi olarak her bir bireye düşen en önemli görev, bilinçli bir medya okuryazarı olabilmek ve “ben” merkezci anlayıştan uzaklaşmaktır. Bu noktada Kovid-19 salgın sürecinin başlarında toplumsal yaşamın neredeyse durarak korku ve belirsizlik içerisinde hekimlere duyulan ihtiyacın öne çıkmasıyla birlikte, kahraman ilan ettiğimiz, alkışladığımız, özverilerinden ve fedakârlıklarından dolayı kutladığımız, hakkınız ödenmez dediğimiz; ancak salgının etkisinin kırılmasının ardından yeniden şiddete başvurduğumuz bir dönemden geçtiğimizi hatırlatmak isterim. Elbette sağlık gibi hassas bir mevzuda hekimlerin çok büyük sorumlulukları bulunduğunu; kendimizden öte annemize, babamıza, çocuğumuza veya tüm sevdiklerimize olumsuz bir şey olma ihtimali, hepimizi daha duyarlı ve duygusal hale getirdiği gerçeğinden hareketle, bu gerçek üzerinde etkileri olan kişileri ister istemez hedef haline getirdiğini yadsıyamayız. Ancak bir hekimin hastasına asla zarar vermek istemeyeceği bilincini taşımakla birlikte onların da bir insan olarak birçok şeyle mücadele verdiğini göz ardı edemeyiz. Kaldı ki bugün doktorlara yönelik eleştirilerde sadece mesleki yeterliliklerine değil; duruşuna, bakışına, konuşmasına, hatta yürüyüşüne bile nefret söylemi yerleşmiştir. Bu yüzden “biz” ve “doktorlar” karşıtlığı doğrultusunda bir ayrımcılığa neden olmamak için doktor hatası, doktor ihmali, kötü davranış gibi netliğe kavuşmamış veya kulaktan dolma söylemlerin bir kalıp yargı olduğunun bilincini edindiğimizde ve bu bilinçle hekimlerle kurduğumuz ilişkilerde önyargısız, özgüvenli ve saygılı bir duruş sergilediğimizde, o empati alanının yavaş yavaş oluşabileceğine inanıyorum. Buna rağmen hâlâ iletişimde problem varsa da bu problemi o kişinin doktor kimliğine indirgeyerek genellemek yerine ya kişisel karakterinde aramak ya da buraya kadar anlattığım o insan olma durumundan kaynaklı yaşadıklarına bağlamak daha doğru bir yaklaşım biçimi olacaktır. Şunu unutmamalıyız ki hekimlerin çok özel bilgilere sahip oldukları, bu bilgiyi elde etmek için uzun yıllar harcadıkları iyi bilinmekte ve sağlık hizmeti tüketicileri olarak doktorların aldığı kapsamlı eğitimden hepimiz yararlanmaktayız. Seyrinde gitmeyen hayati fonksiyonun veya ağrıyan bir yerin yaşamı çekilmez kılması, insanı her zaman özellikle hekimlerin yıllarca süren aldıkları eğitimlere, verdikleri emeklere, klinik deneyim ve tecrübelere, girdikleri risklere, zorlu çalışma koşullarına, yetiştirdikleri öğrencilere vb. birçok şeye muhtaç ve mecbur bırakmaktadır. Bu muhtaçlık ve mecburiyetin yaşamsal süreçte canını emanet ettiğin ve sıhhat beklediğin insanlara bir vefa borcu getirmesi yerine nefret ve şiddetle karşılık bulması, mesleğe küstürülmeleri açısından geçerli bir neden olduğu gibi beklenen hizmet kalitesinin gerçekleşmemesinin de temel noktalarından biridir.