Coşkun artık bu Yolcuzade Konağı’nın sırrı bir nebze olsun çözmüştü. Kapıdan girdiği an karşısına yine aynı genç ama bu kez elinde mis gibi kokan dilimlenmiş karpuz ve kavun bulunduğu tepsiyle çıktı. Sevgi dolu sesiyle, “Birader sen de hep geç kalıyorsun. Hadi yukarı gel, sofada dostlarla muhabbeteyiz.” serzeniş dolu davetini sorgusuz sualsiz kabul etti. Delikanlının peşi sıra üst kata çıktı. Sokağa bakan cumbası, yüksek tavanı, şark usulü döşenmiş olan sofasıyla insana ferahlık veriyordu. Çaylar içilmiş, muhabbet koyulaşmış Coşkun’la birlikte beş kişi ortaya konan sininin etrafında toplandılar. Yemeye başlarken Coşkun’un oda arkadaşı, “Evet yolcu, burada herkesin bir hikâyesi vardır. Seninki ne?” dedi. Coşkun, “Adım Coşkun. Daha bebekken ailemden koparılmışım, şimdi de gerçek ailemi arıyorum. Burada bir iz buldum, Kars’a gideceğim.” dedi. Otuz yaşlarındaki adam, “Ben Cenk, Avrupa’ya vize işlemlerim var, onun için buradayım.” dedi. Coşkun, “Son zamanların moda söylemiyle daha ferah bir hayat için Avrupa diyenlerden misiniz?” dedi. Cenk kızsa da yutkunarak, “Ne münasebet! Ben zekâtımı vermek için gidiyorum.” dedi. Coşkun, “Zekât ve Avrupa pek örtüşmedi.” dedi. Cenk her bir zerresinden şefkat damlayan kelimelerle, “Biraderim malın zekâtı kırkta bir, ilmin ise yüzde yüzdür. O garibanların da İslam’ı doğru insanlardan duymaya herkes kadar hakkı var.” dedi. Coşkun ikna olmuş hayret içeren bir ifadeyle, “Hımm.” dedi. Dün gece uykusunda kükreyen aslan ise, “Benim adım Selami, arkeoloğum. Bazı kazı çalışmaları için resmî işlemler var.” dedi. Coşkun, “Arkeolog?” dedi. Selami, “Evet, insanlara insanlık tarihi, peygamberler tarihi diyoruz, bize dogmatik insan muamelesi yapıyorlar. Ama bilimsel bir unvan altında söyleyince oturup dinliyorlar.” dedi. Yüzündeki derin çizgilerden, ağır bedeller ödeyip acılarla yoğrulmuş olduğu anlaşılan kırklı yaşlarındaki adam zemine boş boş bakıp, “Adım Kudret… Ben ülkemizdeki büyük medya kuruluşlarından da birine sahip olan holdingin finans müdürüydüm. Sosyal münasebetlerim iyi olduğu için güçlü dostlara da sahiptim. Ortağı olduğum şirketlerim de vardı. Hatırı sayılır bir servete sahiptim. Benden üç-dört yaş küçük, benimle aynı eğitimi almış bir akrabam vardı. Dürüst, zeki, yetenekli biriydi. Ama yeteneklerini ve mesaisini para kazanmaktan ziyade Allah’ı anlatmakta, insanlara nasihat edip nefs mücadelesi yolunda harcıyordu. Benim de yanıma gelir; hırsın, tamahın esiri olmamam için usul usul nasihat edip yol gösterirdi. Ben bir gün onun zayıf yanını keşfettim. Yeni düğün yapmış, geçinmekte zorlanıyordu. Nihayet beklediğim fırsatı bulmuştum, kıvama gelip sıkıntı çekilmez bir seviyeye gelince piyasanın üç katı ücret teklif ederek yanımda çalışması için iş teklif ettim. Dışarıdan bakıldığında tek amacım ona yardımcı olmaktı ya da ben kendimi öyle kandırıyordum. O ise o dayanılmaz sıkıntılı hali içinde dava adamı olduğunu, sıkıntı çekse de devam edeceğini söyleyip teklifimi kibarca reddetti. Ama şartlar her geçen gün ağırlaşıyor, doğan çocukla beraber sıkıntılara kendisi sabretse bile çocuğu sabredemezdi. Bir gün iyice kolu kanadı kırık, savaşmaktan bitkin, her yerinden yara almış, kan kaybından ölecek halde yanıma geldi.” Biraz duraksadı, bir yudum su içip, “Ölümden daha beteri, canlı canlı ölüyor gibi ıkına sıkına bir sene önce yaptığım iş teklifini istemeye istemeye bu kez kabul etti.” Gözleri nemlendi, pişmanlık bütün bedenini sarınca sesi ağırlaştı. “Evet kendimi bir kere daha kanıtlamıştım, ben çok akıllıydım. Becerikliydim, güçlüydüm, başarılıydım. Eşime, dostuma, akrabama ve düşkünlere kol kanat geriyordum. Köyde namım iyiden iyiye alıp yürüyecekti. İşe başlaması için benim sahibi olduğum kursta dört aylık ücretsiz eğitim alması gerektiğini söyledim. O da el mecbur, sabırla eğitime başladı. Ben bu arada daha büyük işlere soyunmuştum. Cemiyetten saygın bir iş adamıyla ortak tekstil işine girdik. Üstelik de biricik eşimin bütün karşı çıkmalarına rağmen… Hırs, gurur, daha yukarılara çıkma arzusuyla gözüm hiçbir şeyi görmüyor, kulaklarım hiçbir sesi işitmiyordu. O akrabam kursu bitirmeden, bizim cemiyetin saygın bir iş adamı beni dolandırıp sırra kadem basarken” Eliyle sıyırma işareti yaparak, “Elde avuçta ne varsa bir güzel sıyırdı. O kadar ki çocukları özel okuldan alıp devlet okuluna verdim. Ciplerden inip dolmuşlarla yolculuk yapar oldum. Tabii bir de bunlara ek bütün saygınlığımı da kaybettim. Her gün, her gece sorguladım; neden Allah’ım, neden ben? Gece hayatım yoktu. Namazında niyazında, elinden geldiğince fakir fukaraya yardım eden, haccını bile yapmış biriydim. Çevremdeki herkes irtibatı kesti. Bir tek o akrabam beni bırakmadı. Gelip gidip beni teselli ediyor, dostluğunu hissettiriyordu. Günler sonra…” o an duraksadı, gözlerindeki o ağlamaklı hâl gitti. Yerine umut dolu, kendinden emin bir bakış geldi. “Günler sonra neden kaybettim? Sorusu yerine Yaradan bu nimetleri benden niye aldı? sorusunu sordum? Kazanan ben miydim ki kaybeden ben olayım?” Genç, “Başına gelenlerin sebebini çözdün.” dedi. Adam dünyanın bütün yükü üzerine çökmüş gibi yerinde küçüldü, adi bir suçlu gibi başı öne düştü. “Ben Allah’ı anlatmayı, insan yetiştirmeyi her şeyin üzerinde tutan akrabama ne kadar haset ettiğimi anladım. Bu hasedimden iyilik adı altında onu işe alırken asıl yolundan koparıyordum. Sanki şeytanın gizli eliydim. O işi kabul ettiği günkü sevincim de onu kendi seviyeme indirmenin sevinciydi.” Yutkundu, “Hâlbuki onunla dostluğu nimet bilip benim gibi mal, mülk, para, pul kazanabilecekken evvela Allah’ın rızasına kazanmayı önceleyen dava adamını küçük görmek yerine en azından saygı duyabilirdim. Ekonomik sıkıntılarından faydalanıp aşağıya çekme küçüklüğüne düşmeden de onun bir eksiğini tamamlayıp destek olabilirdim. Ve benim yapamadığımı sen yapıyorsun diyebilme cesaretini gösterseydim, en azından kötü adam olmazdım.” Ortamdaki herkes adamın nedametini iliklerine kadar hissediyordu. “Nefs mücadelesi ile birlikte tebliğ yapan Allah adamlarını hor görmek, onların yanında, tarafında olmamak, bildiğimiz içki, kumar ve benzeri günahlardan daha büyük günahmış. Bizler sadece garibanlara bağışta bulunmayı, asıl yapacağımız amelden kaçmanın perdesi olarak kullanıyormuşuz.” dedikten sonra ellerini hafiften dua eder gibi daha çok da yalvarırcasına açıp, “Şimdi Rabbim’den geçmişi telafisiyle birlikte aklen, kalben, ahlaken değişip, olgunlaşıp o nimetleri tekrardan lütfetmesi için çabalıyorum.” dedi. Ağır bir hüznün kapladığı ortamda sıra koca konakta bir aşağı bir yukarı koşup herkesin işini yüksünmeden neşe içinde gören, hepsini tanıyan ama kimsenin tam olarak tanımadığı delikanlıya geldi. Bütün gözler üzerinde toplanınca genç ağır ağır, “Benim adım Mürşit, psikoloji okuyorum. En büyük hayalim ünlü bir psikolog olmaktı. Büyük bir heyecan ve azimle okula başladım. Ders saatlerinin dışında hocaların dibindeyim… Onlar yorulup benden bıkınca da soluğu kütüphanede alıyorum. Psikoloji alanındaki eserleri didik didik edip okurken kendimce notlar alıp arızalı yerleri tespit ediyorum. Çünkü…” tatlı bir gülümsemeyle, ‘Ben de ileride insanlığı kendisiyle tanıştıran eserler yazacağım. İnsanlar okuyup, “Bak, benim bu davranışımın sebebi buymuş, kendimi değiştireyim. Çoluk çocuğuma, eşime, dostuma, çevreme davranışlarıma profesör doktor Mürşit Kocapınar Hoca’nın gösterdiği istikamette değiştirirsem mutlu olurum.’ diyecek. Tavsiyelerim kısa kısa videolar olarak internet ortamında paylaşılacak. Televizyon programlarına çağrılacağım. Bu uğurda epey bir yol aldım. Hocaların gözdesi oldum. Arkadaşlarımın arasında sivrildim sivrilmesine de…” derken merakla dinleyen Cenk, “De si ne?” Mürşit, “De si şu, bir kafede okuldan kızlı, erkekli arkadaşlarla oturuyoruz. Ben kısa zamanda ortamda yine sazı elime aldım, mesleğin inceliklerinden bahsedip bilinmez olan insanı nasıl çözdüğümü anlatıyor, konuştukça konuşuyorum. Tabii herkes bana hayran… O ara yan masadaki adam dayanamayıp biraz emredici ve aşağılayıcı tavırlarla, ‘Bırak bu yalanları sahtekâr.’ dedi. O zaman yaptığı gibi kaşları çatık başını sağa çevirerek, o an bütün karizmamın çizildiğini, kişiliğimin sıfırlandığını hissettim, kan beynime sıçradı. Böyle dönüp sertçe baktım. Kafayı çakacaktım. Adam da hışımla gözlerimin içine bakınca kilitlendim ve sadece, ‘Ben yalan konuşmam. Bunlar ilmî gerçekler.’ diyebildim… Adam istihza ile gülüp sesinin tonunu daha yükselterek, ‘Yalancıların en büyük özelliği yalanlarına önce kendileri inanırlar… Zamanla yalancılığı kişilik haline getirirken yalanlarına kendince akla uygun sağlam deliller getirir.’ dedi. Adam geri adım atmıyordu. Ben parmağımı sallayıp, ‘Bana bak… Ben ülkenin en iyi üniversitesinde hocalarının gözdesi, en seçkin talebeyim. Yakın zamanda senin gibi ruh hastalarının sürüsünü hayrıma tedavi edeceğim.’ dedim… Adam, ‘Daha kendinden haberi olmayan aciz biri başkalarını nasıl tanıyacak? Üstelik senin yalanların anlattıklarında ya da dilinde değil, davranışlarında. Benliğini yalan üzerine inşa etmişsin. Her fiilinden yalan damlıyor.’ dedi. Adam son sözleriyle beni parçalara bölmüştü. Dövmek için ayağa kalktığım zaman, adam; ‘Ben ülkenin en iyi üniversitesinde hocalarının gözdesi, en seçkin talebeyim. Yakın zamanda senin gibi ruh hastalarının sürüsünü hayrıma tedavi edeceğim…’ cümlemi nakarat gibi tekrarlayıp ayağa kalktı. Bana ‘Kendinden kaçarak yaşayacağın uzun bir ömürdense kendinle yüzleşip adam gibi yaşayacağın bir an daha değerlidir.’ dedi. Sonra korkusuzca burnu burnuma değecek kadar yaklaşıp, ‘Haklı bir öz güven bütün iyiliklerin başıdır.’ dedikten sonra oradan ayrıldı. Uzun lafın kısası, o gün ben sahicilik gözlüğüyle kendi içime bakıp kendimi tanıma kararı aldım. Derken kendimi dipsiz bir kuyuda buldum. Deli gibi çabalıyordum. Beyin hücrelerimi derin düşünceler içinde bu uğurda feda ediyordum. Tatmin edici bir çıkış yolu için divane gibi de kapı kapı dolaştım. Ama nafile… En sonunda bitkin, bıkkın, yenilmiş olarak, Yaradan’a sığınmak için tarihî ahşap, küçük bir caminin köşesine anne karnındaki cenin gibi kıvrılıp yattım. Bir süre sonra imam bana bir bardak su, çay ikram etti. Derdimi dinledi. Hiçbir şey söylemeden ayağa kalkıp yürümeye başladı. Ben de gayriihtiyari onu takip ettim. Bu konağın önünde durduk. Elini işaret eder gibi hava kaldırıp konağı göstererek; ‘Senin ilacın senin gibi olanlarda, yani kendini tanıma yoluna düşenlerde. Onlarla arkadaşlık eder, vakit geçirirsen bin yıllık yolu bir anda alırsın.’ dedi. O gün buranın hizmetini bana verdi. Kucaklar gibi kollarını yana açıp, ‘Bu konağın banisi Sefer Ağa, Osmanlı zamanında açık denizlerde kaptanlık yapmış. Nefisle mücadele edip Allah Dostu olma derdine düşenler, bu uğurda yolculuk edenler misafir olsun, onlara hizmet etsin diye inşa ettirmiş. Burasının kapısının kilidi olmamasına rağmen herkes giremez. Ancak, sırlı dua almış, kendinin kim olduğunu arayan Hak yolunun adamları girebilir. Kimi zaman da Ricâlü’l-Gayb ehlinin büyükleri ile ileride o makamlar için hazırlananlar teşrif ederler. Mânâ âleminin gizli sırlarını gönüllere nakşederler. Her yolcu aynı zamanda birbirinin aynasıdır. Birbirlerini tedavi ederler. Başka başka diyarlardan, kültürlerden gelseler de özleri, kumaşları aynıdır.” dedi.
Coşkun bunu duyduğu an, yapamadığı büyük soygun gecesine, Hacı Süleyman’ın dükkânına gitti. Yüzünü göremediği o adamın dedikleri, “Bizim Tokat’ın evliyalarından, Ricâlü’l-Gayb ehlinden makamı âli olsun Abdullah Baba vardı. Bir gün sağ olsun hanemizi şereflendirmişti. Yedik, içtik, muhabbet, yine sırlarla dolu sohbetler esnasında bizim Yahya, çayları dağıtıyordu. Abdullah Baba bir an sözü kesip ona bakarak ‘Senin soyundan büyük bir veli gelecek, inşaAllah Ricâlü’l-Gayb ehli olacak.’ dedi. Ben bu varidattan beri işte o evladımı bekliyorum. Bu şirketin üçüncü ortağı o torunum. Tahminimce bu keşmekeşin içinde boğulan insanlara yardımcı olmak için çok uğraşması gerekecek. Ben de dünya meşakkati onu yapacaklarından geri koymasın diye para biriktiriyorum. Üstelik dediğin gibi bir ahirete irtihal edince açık bir amel defterimiz bulunsun.” sözü kulaklarında yankılandı. Coşkun içinden, “Vay be, bu nasıl bir iman, Allah ile nasıl bir muhabbet?” dedi.
Coşkun akşamki muhabbetin tadı damağında işe giderken yüreğinde gerçek ailesine kavuşup kavuşamayacağının bilinmezliğinin getirdiği derin hüzün, ruhunda Allah adamlarıyla bir arada olmanın dinginliği vardı. Aklında ise “Zoruna gitse de bulaşıkçılığı kabullen, itiraz etme, sabret, hayırlı olacak.” şartları kabullenmek için ezberlercesine defalarca döndürüyordu. Bu halde ahşap kapılı dükkândan içeri girdi. Yirmi dört saat hiç kapanmayan dükkânda gececiler gitmiş, gündüz vardiyasının elemanları iş başı yapıyordu. Tek istisnası Coşkun’du. İkinci bir bulaşıkçı olmadığı için geceden biriken tabak çanaklar dağ gibi olmuştu. Coşkun’un gözü korkup morali bozulsa da önlüğü geçirip “Ya sabır” çekti ve işe girişti. İçinden, “Fazla değil, en fazla bu çileyi beş gün çekeceksin.” diyerek maneviyatını diri tutmaya çalıştı. Ama bu içindeki itirazları bastırmayı yetmedi. “Sen bulaşıkçılık yapacak adam mısın? Bu aşağılanmadır. Böyle bodrum katta pis işler beceriksiz, küçük adamların işidir.” Zapturapt altına alınamayan haykırışlara, serzenişlere kapılıp isyan bayrağını açmamak için daha hızlı çalışmaya başladı. Bu da yetmeyince bütün benliğini vererek kurtulma yolunu seçti.
Hastane odasında tedavi olup kurtulmaktan ziyade oğlu Coşkun’u son bir defa daha görme umuduyla hayata tutunan Çingene Suat, kardeşi Tekin’e bir kâğıt uzatıp, “Ankara’da Çıkmacı Çinçinli Mahir Usta’nın telefonu ve adresi var. Coşkun’a üç gündür ulaşamıyoruz, ona git. Selamımı söyle.” Sonra bir kapalı bir zarf uzatıp, “Bunda da yirmi bin kayme var, Mahir’e ver. Coşkun’u bulmasını iste. En fazla bir saate bulur.” Tekin zarfı sıkı sıkıya kavrayıp, “Abi insandan bahsediyoruz. Araba parçasından değil. Belki başka yollara da başvurmalıyız. Elin adamı parayı alıp üstüne yatmasın?” dedi. Suat kendinden emin, “Bütün dilenciler, tinerciler, tırnakçılar, hırsızlar ona çalışır. Onun her yerde gözü kulağı vardır. Sen fotoğrafını göster yeter. Tez yola çık. Ben de geldiğini haber vermek için Mahir’i arayacağım.” dedi. Tekin sinsice gülümseyerek zarfa yan gözle bakarken, “Tamam abi, sen ne diyorsan o.” dedi. Suat, “Ne yap et, oğlumu bana getir. Gelince sana da içi dolu bir zarf var.” dedi. Yüzü iyice gülen Tekin, “Sen merak etme ağam.” dedi.
Tarihî handa yüzyıllardır olduğu gibi yine sabahın erken vaktinde mesai başlamış. Buranın en eski esnafı olan Süleyman Cömert’in ortağı Nusret’in oğlu Yahya, seneler sonra ilk defa dükkâna gelmişti. Süleyman’ın sevincini taş duvarlar bile hissediyordu. Süleyman, “Yahya’m artık İstanbul’dasın, seni daha sık bekliyorum. Seni görmek bizi mutlu etti.” dedi. Yahya iç çekerek, “Ah keşke. Ama iş yerinde sırtımda öyle bir yük var ki nefes…” eliyle ağzına maske takma işareti yaparak, “Bazen nefesi bile oksijen tüpünden çekiyorum.” dedi. Süleyman, “Haberim var, baban geçen gün bahsetmişti. Hatta kurtlar sofrası diyor.” dedi. Yahya, “Aynen… Ben de fırsat bulmuşken hem sizi bir görüyüm hem de bir ay sonra evlilik yıl dönümümüz, Hande’ye özel takılar yaptırmak istiyorum.” dedi. Süleyman, “Ne demek yeğenim, bu bizim işimiz. Aklında bir tarz, model var mı?” dedi. Yahya, “Bir şey yok ama… Hanım, her ortamda kullanabileceği sade şık bir şeyler ister.” dedi. Süleyman, “Anladım. Biz sana alternatifli tasarımlar yaparız, oradan seçersin.” dedi. Zili çalan kapı açılınca içeri çaycı Ali Cengiz girip, “Hayırlı işler beyim.” dedi. Çayları verirken Süleyman, “Senin gençten çırağın vardı. Onu görmüyorum, ayrıldı mı?” dedi. Ali Cengiz, “Benim Coşkun’u diyorsun… Hayır. Babası rahatsız, onunla ilgileniyor.” dedi. Süleyman, “İyi, gelince onu bana gönder. Senin de rızan varsa onu yanıma almak istiyorum. Kabiliyetli bir genç…” dedi. Kolay paranın kokusunu alan Ali Cengiz, bir küp hazine bulmuş gibi sevinerek, “Tabii ağam, birkaç güne gelir, gönderirim.” dedi. Tam kapıdan çıkarken eliyle bacayı göstererek, “Yukarısını da kapatalım. Koca handa içeri sızabilecek tek yer sizin baca.” dedi. Süleyman, “Korkma bir şey olmaz ama sen yine de iyi bir usta bul, hallettir.” dedi. Ali Cengiz, “Hemen.” diyerek çıktı. Süleyman, “Geçen gece babanla beraber çalışırken soygun ihbarı olmuş, polis geldi. Şükür ihbar asılsızmış. Baban da tam bana şu evliyanın dükkânına hırsızlığa girip saklandığı yerden velilerin sohbetini dinleyip tövbe ederek evliyalık makamına çıkan adamın menkıbesini anlatmıştı.” dedi. Yahya tasdik manasında başını sallayıp, “O babamın beynimize mıh gibi çaktığı hayat ölçüsüdür. ‘Oğlum insanların bir asli fıtratı bir de çevreden yapışan ikincil fıtratı vardır. Onların günahlarına, hatalarına bakmayın, tövbe ederler Allah affeder. Siz özlerine, asli fıtratlarına bakın. Orada nice evliya kumaşında adamlar vardır.’ der. Canım babam bütün enerjisini insanlarla uğraşıp yardımcı olmaya harcarken daha iyi bir insan, daha muhabbetli bir kul olma yolunda hiç yorulmuyor.” dedi. Gelen çaydan ilk yudumlarını içtiler.
İçindeki keşmekeşten ve çatışmadan yorgun düşen Coşkun, aceleciliğin de fayda vermediğini görünce bir ara durup derin bir nefes aldı. Kendi kendine, “Ben kimim ki bir şeyleri küçük veya büyük görüyorum. Allah’ın takdiri buysa benim için en uygunu, en hayırlısı budur.” diye düşündü. Yutkundu, bu düşünce içine sinmeye başlayınca dün gece konakta beraber söyledikleri Niyâzî-i Mısrî Hazretlerine ait: “Dermân arardım derdime, derdim bana dermân imiş. Bürhân sorardım aslıma, aslım bana bürhân imiş hay hay” ilahisini kendi duyacağı kadar bir sesle söylemeye başladı. O andan itibaren benlik kirinin temizlendiğini, temizlendikçe de huzurla dolduğunu hissetti. Neşe veren yüksek feyzleri tekrardan almaya başladı. Aslında temizlediğinin tabak çanak için değil de kendisi için olduğunu anladığı an merdivenlerin başından bir ses, “Coşkun, Alim usta seni çağırıyor.” diye çağırdı. Önlüğü çıkartırken, “Hayırdır İnşaAllah.” dedi. Müdavimlerinin birinin girip birisinin çıktığı dükkân neredeyse iğne atsan yere düşmeyecek kıvamındaydı. Coşkun, Alim’in her zaman oturduğu masasının önüne gelip tedirginlik içinde saygıyla durdu. Alim başını hafif kaldırıp, “Oğlum, Ferhat nerede? İşe gelmedi…” dedi. Coşkun, “Haberim yok.” dedi. Alim, “Nasıl haberin yok, akşam beraber değil miydiniz?” dedi. Coşkun hafif yutkunup, “Aslında sabah size söyleyecektim ama ortam müsait değildi. Beraber eve gittik. Ama ortam beni sarmadı. Ben de Ferhat’tan müsaade isteyip çıktım.” Alim kızgın, “Nasıl? O Ferhat kendisine emanet ettiğim adamı gecenin bir vakti tek başına öylesine bıraktı mı?” dedi. Coşkun arkadaşını savunma hissiyatı için o suçsuz der gibi avuç içlerini Alim’e doğru fren yapar gibi yapıp, “Yoo, o bırakmak istemedi. Ben ısrar ettim. Hatta ustama ne derim?” deyince “Rahat ol, ben izah ederim dedim.” dedi. Alim başını hafif yana sallayıp, “Eee gece nerede kaldın? Parkta mı?” dedi. Coşkun söylese bu bir gizemin ifşası olacaktı. Yalan da söyleyemezdi. Söylemekle söylememek arasında kaldı. Aklına Mürşit’in, “Burasının kapısının kilidi olmamasına rağmen herkes giremez. Ancak, sırlı dua almış, kendinin kim olduğunu arayan Hak adamları girebilir.” sözleri geldi. Önemli olan kaldığı yerin esrarının bilinmesi değildi. Nasibinin olup olmadığıydı. Rahatça, “Yolcuzade Konağı’nda kaldım.” dedi. Alim aldığı cevap üzerine sakinleyip koltuğunda geriye doğru yerleşirken gülümseyerek, “Tamam anladım. Mevzu başka, seni de beni de aşıyor. Şimdi Ferhat gelmemiş. Onun yerine servis yaparsan sana garson yevmiyesi veririm. Eğer gece de çalışabilirim dersen sana çift mesai veririm.” dedi. Coşkun, “Yorucu olur ama ailemi bulma yoluna bir iki gün önce çıkarım. Tamam.” dedi.
Coşkun işe başladığının ikinci günü garsonluğa terfi etmişti. Siparişleri alıp servise başladı. Ama zorlandığı, acemiliği her halinden belli oluyordu. Bazen masaları karıştırıyordu. Müşterilerin, “Bu çorba soğuk, çorbalar niye geç geldi, bunun eti niye az, işkembeyi nasıl terbiye ediyorsunuz, sirke kendi imalatınız mı, sarımsaklar nereden, sen yeni misin?” serzenişlerine hak verip sineye çekse de bazılarının aşağılayıcı tavırları karşısında yüreğinden taşan öfkesinden sebep gözleri ateşler saçıyordu. Yine de yutkuna yutkuna, “Peki efendim. Tamam efendim.” deyip devam ediyordu. Akşama doğru ise müşteriler artıp hızlanan yoğunlukla birlikte muhakemesi azalmaya başlayınca aklı ona oyunlar oynamaya başlıyordu. Gıcık olduklarından bazısının boynuna çatal saplıyor, kimisinin ağızını burnunu masaya sertçe çarptırarak kırıyor bazen açıkta gördüğü cüzdanları almamak için kendisini zor tutuyordu. Artık patlama eşiğine gelmiş göstergede son saniye okunuyordu. En sonunda “Alim usta ben dayanamayacağım… Bu insanlar çekilir gibi değil. Paradan geçtim, beni aşağıya bulaşığa ver.” diyecekken eskinin şöhretli futbolcusu, şimdinin ise spor yorumcusu ile birlikte üç ünlü futbolcu içeri girdi. Eski futbolcu gür sesiyle, “Hayırlı işler Alim Ustam.” dedi. Kitap okumaya dalan Alim başını kaldırıp bakınca gülümseyerek ayağa kalkıp, “Ooo dostum Yaman gelmiş.” dedi. Sımsıkı sarıldıktan sonrada ellerini havada çak yapar gibi yapıp tokalaştılar. Yaman önce duvarda asılı gazete kupürlerini gösterdi. Sonra sol eliyle Alim ustaya yandan sarılıp, “Alim Bilgin, basketbol âlemindeki namı ‘Deliksiz Alim’. En kritik zamanlarda, son saniyelerde el yakan topları alır, sakince şutunu atar, deliksiz sokardı. Böyle nice maçlar kazandırmıştır.” dedi. Yaman eliyle göstererek, “Bunlar da bizim yeni canavarlar, Toygar, Berk, Karya” dedi. Alim eliyle hemen yandaki boş masayı gösterip, “Hoş geldiniz gençler, buyurun.” dedikten sonra masayı donatın işareti yaptı. Masa ezmeler, yeşillikler, pidelerle bezenirken Yaman, “Gençler buranın her çorbası on numara ama kelle paçası bir başka, önce mutlaka onu yemeniz lazım. Sonra azar azar işkembe, tuzlama isterseniz devam edersiniz.” dedi. Toygar, “Abi sen ne dersen o.” dedi. Çorbalar servis edilirken masadaki muhabbet koyulaşıp eski günler, hatıralar, spor dünyasındaki dönen dolaplar, transferler, simsar oyunları, mafyası, her konuda konuştular. Yaman, “Alim ya! Şu lüks semtlerden birinde şöyle daha büyük gösterişli bir yer açmadın.” dedi. Alim sakince, “Beni kendinize köle mi yapmak istiyorsunuz?” dedi. Yaman hafif toparlanıp ciddileşip, “Ne münasebet?” dedi. Alim, “Şimdi zengin semtinde lüks bir işletmeye şık bayanlar iyi giyimli beyler gelecek. Daha içeri girmeden otopark hizmeti isteyecekler, ceketi, paltoyu al… Masasını göster sandalye çek… Çatalından, kaşığına, kürdanına kadar kaliteli mi diye kontrol edecekler. Her bir hizmetimize pimpiriklenerek bakacaklar. Sonra çıtkırıldımlar hesap sormaya kalkacaklar.” dedi. Karya, ünlü olmanın ve paranın verdiği şımarıklıkla, “Eee abi o kadar da olacak… Daha pahalıya satacak daha çok para kazanacaksınız.” dedi. Alim şefkatle bakıp merhametle gülümseyerek, “Genç kardeşim, o matematik öyle işlemiyor. Bunu zamanla anlayacaksın. Şimdinin mevzusu değil.” Ellerini yana açıp dükkânı göstererek, “Benim mekanıma gelenler bana ya Alim Baba ya Alim Usta diye gelirler.” dedi. Şehadet parmağıyla kapıyı işaret edip, “Kapımda lüks araçlar için vale yoktur. Arabalarını kendileri park eder. Kapıdan içeri egolarını bırakıp öyle girerler. Bilirler ki burada ben herkese hak ettiği kadar saygı gösteririm… Ama benlik dayatılmasına izin vermem. Yiyip içmek, benim soframda oturmak için paradan önce edep elbisesini giymek gerek… Yoksa dünyaları verseler…” işaret parmağının ucunu gösterip, “Bir çöp alamazlar.” dedi. Es verip, “İnsanlar ev alırken önce neye dikkat ederler, etmeliler?” diye sordu. Cevap beklemeden devam etti “Temeline… Temel sağlamsa diğer safhalar gelir. Yoksa bina gösterişli ama temel çürükse ilk sarsıntıda yıkılır. Toplumun tepesinde janjanlı hayat yaşayanlar temeldeki garibanlardan, sesini kimseye duyuramayan haksızlığa uğramışlardan bihaberdirler.” Sırtını geri verip, “İşte bu canlar sırtını benim gibi adamlara dayar, güç alır. İşte evlat çorbacılık bizim geçim için sebebimiz, bu da Hak yolunda mesleğimiz, vazifemizdir.” dedi.
Gece güneşe kavuşmuş Coşkun, yirmi dört saatlik mesaisinin sonunda yorgunluktan bitmiş vücudu neredeyse iflas bayrağını çekmiş olduğu yere yığılıp kalacaktı. Gözü hiçbir şey görmüyordu, artık tek arzusu yatağa kendisini bırakmaktı. Alim Bilgin elinde camdan esans sandığı, yanında kırk yaşlarında birisiyle içeri girdi. Coşkun, mesaisinin bittiği söyleyip çıkış yapmak için yanına gittiğinde Alim, “Otur paşam.” dedi. Coşkun gözleri yarı kapalı otururken Alim “Yolcu bu arkadaşım Metin Çınar, kendisi Sivaslı… Birazdan arabasıyla yola çıkacak. Arzu edersen seni de Sivas’a kadar götürsün. Oradan Kars’a devam edersin.” dedi. Coşkun, “Ama yeteri kadar para kazanmadım.” dedi. Alim esans sandığını gösterip içinden cam şırıngayı eline alıp, “Ben iki günlük yevmiyeni vereceğim. Bu sandıkta sana hediyem. Gittiğin yerde…” şırıngayı basarak, “İki pıs pıs yaparsın, beş, on ne verirlerse alırsın. Üç beş gram koku satsan elli, yüz oradan alırsın. Böylece sana yetecek parayı kazanır hem de yolundan geri kalmamış olursun.” dedi.
Devamı gelecek ay