Asilzade 5 / Kenan Kurban

Polislerin gidişinden sonra, asılı olarak saklandığı bacada Coşkun derin bir nefes alırken işlerini bitiren Nusret ve Süleyman da dükkândan çıktılar. Artık hayatının soygununu gerçekleştirmesi için hiçbir engel kalmamıştı. İpe tutulu olan yorgun kollarını dinlendirmek için önce sağ kolunu, sonra sol kolunu boşlukta salladı. Aşağıya salınmak için derin bir nefes aldı. Ama o gücü bir türlü kendinde bulamıyordu. Kendi kendine, “Hadi oğlum Coşkun, hadi… Bak, kilolarca altını kaldıracaksın. Hayatının ilk ve en büyük soygunu için bütün pürüzler kalktı.” dedi. İhtirasla arzulamasına rağmen bir türlü harekete geçemiyordu. Aklı ise pes etmiyor, bunun gibi saniyeler içinde yüzlerce geçerli sebebi sıralayıp devam etmesi için zorluyor ama kalbi yemiyordu. Zaten o iki ihtiyar içeri girip konuşmaya başladığından beri hayatında ilk defa tattığı bir hissiyatı yaşamaya başlamıştı. Bu, kor haldeki kızgın bir şişin kalbinin tam ortasına batırılmasından hâsıl olan yakıcı bir acıydı. Sonrasında ise acı veren bu hâl bütün göğüs kafesine yayılmıştı. Acaba “Korku ve heyecandan mı oluyor?” diye düşündü. Sonra o ihtiyarın anlattığı, hırsızlık için girdiği dükkândan evliya çıkan adamın hikâyesi aklına geldi. “Acaba ben de büyük bir değişim mi yaşıyorum?” diye düşününce, telaşla “Ben çingene Suat’ın çocuğuyum, çevrem belli… Tövbe etsem en fazla iki saniye tutabilirim. Hayır, hayır, bu imkânsız. Bir kere ben asil biri değilim, hadi bunu da geçtik, bırak evliya olmayı, daha tövbe bile edemem.” dedi. Tekrar tekrar soygunu gerçekleştirmek için her niyetlendiğinde nedense midesi bulanıyor, kusacak gibi oluyordu. Bünyesi sebepsiz reddetmeye başlamıştı. Aklı her şeye rağmen soygunu bitirmesi için onu aşağıya doğru çekerken yüreğindeki tarifsiz hissiyat onu suda boğulmaktan kurtarmak için yukarı doğru itiyordu. Soygun için aşağıya inmeye güç bulamayan kollarında, yukarı tırmanmaya karar verdiğinde fevkalade bir kuvvet buldu.
İstemsizce kendisini yukarı çekerken acaba yeni zengin, havalı hayatı ile arasındaki tek engel vicdanı mıydı? Vicdanın sesi cılız çıksa da o kadar tesirliydi ki bütün kötülükleri zapturapt altına almıştı. Kendisini yukarı çektikçe aklındaki bazı sorular daha üste çıkmaya başladı. “Birincisi, babası bu kadar büyük malı çalamadığını duysa kendisine ne derdi? İkincisi ise, kimsenin bilmediği, ima bile etmediği bu soygunu kim ihbar etmişti? Kim?” Bu, cevabı şimdilik meçhul sorular içinde bacanın çıkışına gelince, ağır ağır başını çıkarıp etrafı tedbir için kontrol etti. Ardından çevik bir hareketle bir çırpıda çıkıp bacayı siper aldı. Tedbiren tekrar çevreyi kolaçan etti. Şükür kimseler yoktu. Teçhizatları toparlayıp bacanın restorasyon bekleyen ağzının kapağını kapattı, soygun planına sadık kalıp kaçış yolundan geri döndü. Başından maskeyi çıkarıp sotedeki arabasına bindi, her zaman kullandığı arabasını almak için Aksaray’a doğru yola çıktı. Aklında başarısızlıktan önce, kendisi için yeni bir hayatın olmadığı düşüncesi beynini kurcalamaya devam ediyordu. Bir kere ailedeki herkes hırsız, en yakın arkadaşları içici, torbacıydı. Tanıyıp bildiği elle tutulur iyi bir insan yoktu. Bu delillere göre, şimdilik bu ihtimal imkânsızdı. Ama gönlündeki ümit sebepsizce hepsine galebe çalıyor “Evet mümkün” derken bu muammalı duruma bir de vücuduna saplanan ağrılar eşlik ediyordu. Coşkun elini sırtında ve göğüs kafesinde gezdirip “Bu ihtiyarlar ne yaptı lan, yoksa bunlar büyücü mü?” dedi.
Bu soyut âlemden elle tutulur âleme dönüş yapınca, soygundaki hatalarını düşünmeye başladı. O sırada makas atan adam kendisini sıfır geçince, arkasından epey bir söylendikten sonra “Bazen hata bende olmasa da olacak olan oluyor. Demek ki Süleyman amca ile ortağının malları korunuyor.” diye düşündü. Soygun aracını park edip günlük kullandığı araca geçti. Arabayı çalıştırırken torpidodaki telefonunu alıp açtı. O an telefonuna çıldırmış gibi mesajlar, arayanı bil servis bilgileri düşmeye başladı. Coşkun “Ne oluyoruz lan!” dedi. Hızla baktı, annesi elliden fazla, emmioğlu yüze yakın, amcası yirmiden fazla mesaj atmıştı. Çoğu “Neredesin?”, “Acil ara…” yazıyordu. “İnşallah kötü bir şey yoktur.” diyerek annesini aradı. Yorgun ve ağlamaklı bir sesle “Oğlum…” dedi. Coşkun telaşlı “Annem ne oldu?” dedi. Feriştah “Oğlum, baban rahatsızlandı. Taksim İlk Yardım Hastanesindeyiz.” dedi. Coşkun “Nesi var?” Annesi “Tam bilmiyorum. Acilden servise yatırdılar. Hadi seni bekliyoruz.” dedi. Gaza yüklenen Coşkun “Tamam anne, on beş dakikaya oradayım.” dedi.
Asansörü bekleyemediği için hastane merdivenlerini üçer beşer çıkan Coşkun, kapının önünde bekleşen emmisiyle kuzeni Vural’ı gördü. Onlara doğru yürürken “Babam nerede?” diye sordu. Emmisi sarılıp “İçeride, yanında sadece annen var. Başka kimseyi almıyorlar.” dedi. Coşkun’un gözü hiçbir şey görmüyordu, azgın seller gibi coşarak beş yüz on dokuz numaralı odaya girdi. Yatakta kolundan serum verilmiş, solunum destek cihazı yanında, elektrotları vücuda bağlanmış kalp ritim cihazı ile babası yatıyordu. Şişman bir yapısı olsa da karnı normalden daha da fazla şişmişti. Gözleri ise tavana doğru boş boş bakıyordu. Coşkun hızla “Babacığım…” diyerek yatağın başına geldi. Ellerinden tuttu. Çingenelere özgü yanık tenli Suat, zorlukla baygın gözlerini oğluna doğru çevirip “Ben iyiyim” dercesine kırparak cevap verdi. Tekli koltuktaki allı güllü, rengârenk çingenelere has kıyafetleriyle oturan annesi oğlunun yanına gelip “Avluda her zamanki gibi emminle demleniyordu. Birden ağzından kan geldi. Sandalyeden kaydı, gitti. Tetkiklerini yaptılar, birazdan sonuçlar gelir diyorlar.” dedi. Coşkun şefkatle saçlarını okşarken “İyileşeceksin babam… Tasalanma, ne gerekiyorsa yaptıracağım.” dedi. Elinde raporlarla saçları dökülmüş, ellili yaşlarındaki doktor içeri girdi. Coşkun hemen ayağa kalkıp “Babamın nesi var doktor bey?” diye sordu. Doktor ise Suat’a doğru ilerleyip “İyi olacaksın Suat Bey… Gerekli tetkikleri yaptık. Ama biraz zamana ihtiyacımız olacak. Tamam…” dedi. Suat bakışlarıyla “Anladım.” dedi. Doktor Feriştah’a bakıp “Siz birazdan odama gelin, sonuçları ve tedavi sürecini konuşalım.” dedi. Doktor çıkarken Suat can havliyle doktoru bileğinden yakaladı. Zoraki konuşmasına işaretle de destek olarak “Benim yanımda anlat…” dedi. Coşkun “Babam, belki doktor beyin odasında anlatması daha iyidir.” dedi. Ama Suat çok ısrarcıydı. Feriştah “Doktor bey, o kafaya taktı mı bırakmaz, inatçıdır.” dedi. Doktor “Eee o zaman yapacak bir şey yok. Babanız siroza yakalanmış.” deyip duraksayınca Coşkun “Yani doktor…” dedi. Doktor “Sanırım hastanız ciddi manada alkol kullanıyormuş.” dedi. Coşkun “Evet… Bıraksa, birazcık da kendisine dikkat etse atlatamaz mı?” diye sordu. Doktor “Şu evrede maalesef hayat tarzını değiştirmek ve ilaçla tedavi mümkün değil. Son ve tek çaremiz karaciğer nakli…” dedi. Coşkun gür bir sesle “Benden alın, hemen yapın.” dedi. Doktor “O kadar kolay değil, doku uyumu var mı yok mu, nakil kriterlerini karşılıyor mu, geniş tetkikler yapılması gerekli.” dedi. Coşkun “Ben evladıyım. Aynı gen yapısına sahibiz, daha uyumlu kim olabilir.” Eliyle imza işareti yaparak “Hangi belge imzalanacaksa hemen atayım. Yeter ki babam kurtulsun.” dedi. Annesi oğlunun elinden tutup “Sakin ol evladım.” dedi. Doktor “Heyecanını anlıyorum delikanlı, bence de sorun çıkmaz. Ama sağlık bu, işimizi şansa bırakamayız. Birazdan hemşireler sizi çağırır.” dedikten sonra odadan çıktı. Coşkun boşluğa bakan babasının başucuna oturup sevecen bir sesle “Babam benim, korkma, gerekirse bütün ciğerimi sana veririm.” dedi. Suat’ın ise yaşayıp yaşamamak pek de umurunda değildi. Onun daha büyük, bastırdığı fakat infilak etmek üzere olan başka bir derdi vardı. Annesi başından öpüp “Biliyorum benim yüreği güzel, koca ciğerli oğlum. Ama…” dedi. Coşkun hırçın “Aması maması yok…” dedi. Suat başını zorlukla oğluna çevirip parça parça dökük kelimelerle konuşmaya başladı. Suat “Var oğlum, var… Bizim doğan dört çocuğumuz doğumdan bir saat sonra öldüler.” Coşkun dayanamayıp kollarını yana açarak “Şükür ki baba, beşinci çocuğunuz yirmi yıl bilmem kaç ay…” dediği an Feriştah “Altı ay iki gün.” dedi. Coşkun “Ha o kadar, hayatta.” dedi. Suat “Orası öyle amma…” Coşkun şefkatle “Amasız, lakinsiz babacığım… Daha seninle yaz gecelerinde, bahçede çok sabahlayacağız.” dedi. Feriştah “Ama…” dedi, kelimeler boğazında düğümlenirken gözleri dolmaya başladı. Coşkun “Anam…” dedi. Suat “Bizim doğan beşinci çocuğumuz da öldü.” dedi. Coşkun “O zaman ben altıncı çocuğum…” dedi. Feriştah “Oğlum, biz yirmi yıl önce şeytana uyduk.” dedi. Coşkun “Anne, yirmi bilmem kaç yıl önce uyduğunuz şeytandan bana ne?” Eliyle babasını gösterip “Şimdi bizim hayat memat meselemiz var.” dedi. Suat zorlanarak “O olay da senin hayatınla ilgili evlat.” Öksürdü, zorlanınca yatağında biraz doğrulup konuşmak isteyen karısına sus işareti yaptı. Suat “Senin bir günahın yok hanım. Bizim beşinci çocuğumuzun da öleceğini biliyorduk. Ama bu kez yaşatmanın başka bir yolunu bulduk.” dedi. Coşkun “Ne o, organ mafyasıyla anlaşarak bana uygun kalp bulup kalp mi çaldınız?” dedi. Suat son cesaretini de toplayıp o vicdan azabından kurtulmak için can havliyle “Senin hayatını, hayatını çaldık.” dedi. Şefkat dolu tavırlarının yerine en ciddi halini alan Coşkun “Sen ne diyorsun baba?” dedi. Annesi ağlayarak oğluna sarılıp “Anlaştığımız bir hemşire, başka sağlıklı bir ailenin bebeğiyle bizim bebeğimizin yerini değiştirdi.” Coşkun duyduklarına inanamadığından şoka girmişti, sadece “Ne?” diyebildi. Suat cezasını bekleyen mahkûm gibiyken karısı sadece ağlayıp oğluna sıkıca sarılıyordu. Coşkun hızlı hızlı nefes alıp eliyle göstererek “Ya benim evde resmî doğum belgelerim var. Bu kötü bir şaka, değil mi?” Gözleri nemli “Benim ciğerimi vermemem için uydurdunuz, değil mi?” dedi. Suat “Bunu söylemek ölümcül, inanması ise zordan zor bir gerçek evladım. Ben yakında öleceğim ama hayatım boyunca yaptığım belki de tek iyi, doğru iş bunu itiraf etmek.” dedi. Feriştah kaybetme korkusunun verdiği telaşla “Ama biz seni hep çok sevdik.” dedi. Coşkun eliyle annesini itip ayağa kalktı. Sadece oradan kaçmak istiyordu. Şuursuzca kapıya doğru yürüdü. Tam kapıyı açacakken geri dönüp boş boş gözlerle anne, babasına bakıp güç almak için sırtını duvara yasladı, ağır ağır olduğu yere çökerken ümitsizce “Peki ben kimim?” diye sordu. Bu masum soru karşısında yürek burkan bir sessizlik odaya hâkim oldu. Hastalığın acısı, sıkıntısı tümden unutulmuştu. Çalınan bir hayatın, kandırılan bir insanın çektiği acılar için hangi ceza verilirdi? Bunun cevabı verildiğinde belki herkesin yüreği bir nebze soğuyacaktı. Coşkun her şeyini kaybetmişliğin öfkesi, mazlumluğun vermiş olduğu mahzunlukla “Benim dediğim her şey yalan, hayatım koskoca bir boşluk, anlamsızlıkmış… Midem bulanıyor.” dedi. Annesi “Senden özür dileriz, bizi affet.” Israrla “Seni hep çok sevdik.” dedi. Coşkun’un gözleri parladı “Sen o sebepten devamlı televizyonda kayıp, kaçakların bulunup cinayetlerin çözüldüğü o saçma sapan kadın programlarını izliyordun. Korkuyordun, bir gün gerçek ailem ölmediğimi anlar, beni aramaya koyulur diye? Bu yetmezmiş gibi evlendirip gelin, torun derken ayağıma prangalar vuracaktın. Vay be, amma safmışım.” dedi. Kadın suçluluğuna birazcık da masumluk katarak başını öne eğdi. Coşkun, yaşadığı sarsıntının etkisini atmaya başladıkça öfkesi artıp sesi yükseliyordu. Coşkun “Bugün başınızı eğmeyin!” Ateş saçan gözlerini işaret parmağıyla göstererek “Gözlerimin içine bakın… Hadi ben neyse, ya o ana, baba neler çekmiştir? Hiç mi düşünmediniz? Belki ben onların ilk çocuğuydum, belki de tek ya da sakat doğumlardan sonra gelen sağlıklı evlattım? Siz sadece benim değil, asıl o ailenin hayatını çalmışsınız.” dedi. Suat “Evlat hasreti aklımızı başımızdan almıştı. Bize teklif geldiği an hiçbir şeyi gözümüz görmedi. Hem çevremizdekilerin boy boy çocuğu olurken bizimkiler hep ölüyor, kucağımız ve ellerimiz hep boş kalıyordu.” dedi. Coşkun sağ elini boşlukta sola, başını tersi yönde sallarken “Pehh… Pehh” dedi. Elleriyle destek alıp oturduğu yerden kalkarken “Bari benim ailem kim, onu söyleyin.” dedi. Suat usta bir suikastçı sakinliğinde “Biz sadece Ankara’da hastanedeki hemşireyi tanıyoruz. O bize, aileyi bilmememizin daha iyi olduğunu söyledi.” dedi. Coşkun “Yani şu an için benim kim olduğumu sadece o hemşire mi biliyor?” diye sordu. Suat “Evet.” diye yanıtladı. Coşkun “Onun ismi ne? Telefonu, adresi, ne bileyim bir iletişim bilgisi, ne varsa bana verin.” dedi. Suat “O bizi arardı. Yüzünü ise bize hiç göstermedi. Ne adını biliriz ne sanını.” dedi. Coşkun “Ne yani, biri size çocuk getiriyor. Ve hiçbir bilgi yok mu? Akıl alır gibi değil.” dedi. Suat sadece “Aynen.” diyebildi. Coşkun “Şebeke mi lan bunlar?” dedi.
Gecenin karanlığı çökünce akıllar çekilip zapturapt altındaki duygular insanoğlunu yönetmek için dümene geçer. Gündüzün koşuşturmacasından, telaşesinden hisler geride kalırken akıl, rasyonalite hep insanlara yol gösterir. Belki insanoğlu geceleri biriktirdiği duyguları gündüzleri farkında olmadan aklına, çıkarlarına meze edip kullanıyor. Her duygu aynı ritüellerle fiiliyata dönse de aynı yerden beslenmiyor. Bazısının sevinç sebebi, elindekini başkasıyla paylaşmakken kimisi de başkasının elindekini alınca, gasp edince sevinç çığlıkları atıyordu. Yahya’nın villasında ise sevdiklerinden ayrılmanın hüznü her yere kaplamış, hane sakinlerinde ağlama eşiğinin aşılmasına ramak kalmıştı. Salonun boğaz gören sürgülü cam cephesi sonuna kadar açık olduğundan içeri temiz, iyotlu, bol ve yaz ortasında olunsa da insanı hafiften üşütecek kadar serin olan hava, dimağları diri tutuyordu. Nusret ve eşi bu son geceyi üç torunları, gelini ve oğluyla muhabbet ederek geçirip kıymetli hatıralar biriktiriyorlardı. Modern çizgiler taşıyan salona bugün tozlu kolilerin dibinden iki yeni misafir gelmişti. Komodinin üzerine doksanlardan kalma, sekiz buçukta sabit, gri renkli masa saatiyle onun hemen arkasına düşecek şekilde konulmuş ahşap çerçeveli, hicri on dört Zil-ka’de bin dört yüz kırk dört, miladi üç haziran iki bin üç cumartesi tarihli, saatli maarif takviminde günün ayeti olarak Haşr Suresi yirmi dördüncü ayeti “O, takdir ettiği gibi yaratan, canlıları örneği olmadan var eden, biçim ve özellik veren Allah’tır.” yazılıydı. Gelin, evrak çantasından çıkarttığı bir sayfalık yazıyı eline alıp “Babacığım, yeniden gazetede yazı yazmaya başlayacağım. Rica etsem, seneler sonra kaleme aldığım makalemi okur musunuz?” Nusret “Ne demek kızım, mutlu olurum.” dedi. Hande kalkıp yazıyı Nusret’e verirken yanındaki boş koltuğa oturdu. Hareketlerinde bilgeliğin fışkırdığı Nusret gözlüklerini takıp başlığı seslice okumaya başladı: “Yeni Nizamülmülk ve İmam-ı Gazaliler Yetiştirmedikçe Gelişmiş Sayılır mıyız?” Nusret gözlüğünü yavaşça çıkarıp tebessümle Hande’ye bakıp “Kızım, başlık zaten yazı gibi olmuş…” Espri yollu “Gerisini okumaya gerek yok.” dedi. Sonra yazıyı bir solukta okuyup kendisine has muhabbetli ve samimi tavrıyla “Oldukça başarılı, müsaadenle birkaç satır da ben ekleme yapabilir miyim?” dedi. Hande kalem uzatırken “Şeref bilirim.” dedi. Nusret yazarken “Oldum olası el yazım kötüdür, inşaAllah okursun.” dedikten sonra kâğıdı Hande’ye verdi. Herkes merak kesilmiş Hande’ye bakıyordu. O da net bir sesle okumaya başladı: “Belki asıl sorulması gereken soru şu: Günümüz insanı gerçekten Nizamülmülk veya İmam-ı Gazali’yi arıyor mu? Ya da onları bulsa, karşılaşsa bile onlardan faydalanmak isteyecek mi? Onların büyüklüğünü kabul edecek erdeme sahip mi?” Hande, Nusret’e bakıp “Eğer bu sorunun cevabı hayır ise insanlık büyük bir kibir çukurunda demektir.” dedi.
Doğan güneşin ışığı yüzüne vuran Coşkun gözünü bir türlü açamıyordu. Hırpalarcasına sallayıp dürten Vural “Kalk emmioğlu, kalk…” deyince Coşkun elini sallayıp “Eee git başımdan.” dedi. Vural “Kalk emmioğlu. Avluda yırtık, pırtık, perişan çekyatın üzerinde üstün açık uyumuşsun, hasta olursun.” dedi. Coşkun isteksizce kalkarken titredi; “ovv” derken elleriyle kollarını, vücudunu ovuşturup doğruldu. Coşkun “Hakikaten her tarafım tutulmuş.” dedi. Vural çardağın direğinin dibindeki rengi solmuş yeşil plastik ibriği alıp “Hadi” diyerek su döktü. Coşkun robotik tavırlarla elini ve yüzünü yıkadı. Yüzünden sular damladığında gözlerini tam olarak açmayı başarmışken Vural yanına oturup elini omzuna koydu. Vural “Nasıl, kendine gelebildin mi?” diye sordu. Coşkun başını yerden kaldırmadan “Hııhh… Kendime gelmem için önce kim olduğumu, kendimi bilmem, bulmam lazım.” dedi. Vural her zamanki gibi yine vurdumduymazdı, olanları pek umursamıyordu ama Coşkun’un yıkılmış, hırpani hâlini görünce kendisini zorlayarak numaradan da olsa ciddi tavırlar takınıp üzgün görünmeyi başarabiliyordu. Coşkun başını kaldırıp boş gözlerle aşınmış bahçe duvarına bakarak “Bundan daha kötüsü emmioğlu; düşmanını dost bilmek, kızıp öfkelenmen gerekeni sevmek, kaçıp kurtulman gerekende kopamamak, doğru ile yanlışın iç içe girmişliğinde tam olarak ne yapacağını bilemediğin için öylece kalakalmak…” dedi. Vural “Ne diyeyim üzülme… Belki de inanması zor gibi ama böylesi daha iyisidir.” dedi. Coşkun “Hani bazen uzaktan mesut bir aile görürsün de keşke bir ihtimal şu ailenin çocuğu olsaydım daha iyi bir insan olurdum, mutlu bir hayatım olurdu dersin ya… İşte benim gerçekten öyle bir çalınmış ihtimalim varmış.” dedi. Hüzünlü havayı zafer kazanmışlığından alan neşeli bir ses bozdu. “Yengem…” diyen Zümrüt, hamile olmasına rağmen elinde küçük çaydanlık ve kahvaltılıkların olduğu tepsiyle geliyordu. Vural hemen koşup demir bahçe kapısını açtı. Annesinin elindekileri aldı. Zümrüt, Coşkun’un yanını gelip gizlemeye başaramadığı kocaman bir gülümseme ile “Yengem, kimse yoktur diye sana kendi ellerimle kahvaltı hazırladım.” derken Vural tepsidekilerle masayı donattı. Gönülsüz kalan Coşkun’a Zümrüt “Üzülmekle bir şey çözülmez, üstelik ne olursa olsun bir şeyler yemen lazım.” deyince Coşkun küçük bir parça ekmeği reçele banıp ağzına atarken üstüne Vural’ın doldurduğu çaydan bir yudum aldı, “Sağ ol yenge.” dedi. Zümrüt patlamak üzereydi, “Ne demek yengem ama senin de durumun zor, ben çok üzüldüm. Demek seni bebekken çalıp gerçek anandan babandan ayırmışlar ha?..” dedikten sonra hin bakışlarla “Kaçırmalarından daha garip olan seni dilenci yapmayıp ya da organcılara satmayıp evlat edinmeleri.” dedi. Zümrüt arka arkaya lafları sokuşturmanın rahatlığıyla hazdan adeta çıldırıyordu. Vural kızgın bir şekilde “Anne” dedi. Coşkun ise sakince eliyle dur işareti yapıp “Benim için ise garip olan şu: İlk defa mağdur olan taraftayım. İlk defa çalan değil, çalınanım… Tuhaf bir duygu…” Kararlı bir tavırla “Bu gariplikle karalar bağlayıp yas tutmayacağım. Ankara’ya gidip çalınan hayatımı geri alacağım.” dedi.
Devamı Gelecek Ay…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.