Annelik Öğrenilen Değil Hissedilen Bir Haldir / Klinik Psikolog Hakan Tokgöz

Çocukluk dönemi ve travmalar, günümüzde artık neredeyse her problemin temel belirleyicisi haline geldi. Toplum bu konuda iyi sinyaller vermiyor… Her anne babanın pedagojik nosyonu da yok. Tutunacak tek dal, elimizdeki tek sihirli kavram “sevgi…” Siz de derslerinizde “Her gün olağan olarak gördüğümüz bazı duygulanımların, düşüncelerin ve davranışların mucizevi yönünü bilimsel veriler ışığında paylaşacağız.” diyorsunuz…

Bundan hareketle;

Yaşanan travmalarda çocukluk dönemine çok büyük bir atıf var. Çocukluk dönemi niçin bu kadar önemli?

Çocukluk dönemi ve travmalar pek çok problemin oluşumunda önemli ‘etkiye’ sahiptir diyebiliriz fakat temel ‘belirleyicisidir’ dersek bu, bizi anne babalarımızın ‘esiri’ ya da ‘kurbanı’ konumuna sokmak olur. Oysaki insan, doğası gereği sağlıklı bir hatta ilerlemek üzere yaratılmış, fıtratı itibariyle patolojiden uzak bir canlıdır. Her nasılsa onu dünyaya geldiği andan itibaren koruyup kollamak, ihtiyaçlarını gidermek durumunda olan bakım verenlerin hataları nedeniyle birtakım semptomlar üretmeye başlıyor.

20 yy. sonlarına doğru yapılan çocuk gözlemleri neticesinde çocukluk dönemine atıfların doğruluk payının yüksek olduğu anlaşılmıştır. Özellikle kişilik bozuklukları üzerine geliştirilen terapi kuramları çocuk gözlemlerinden yola koyulmuştur. Sanayi devrimi ve kentleşme sonrası Avrupa kıtasında depresyon ve anksiyete bozuklukları türünden sorunlarla uzmanlara gelen kişilere, boşluk, anlamsızlık, hissizlik gibi farklı semptomlarla gelen kişiler de eklenmiştir. Bu duruma kafa yoran kuramcılar, özellikle kadının çalışma hayatına katılımıyla birlikte çocuğa bakım verenlerin sayısının artması (bakıcılar), bakım verenlerin sık değişimi ve bu durumdan da çocuğun etkilenmesine odaklanmışlardır. Sizin de dediğiniz gibi elimizdeki tek ve en önemli kavram sevgidir. ‘Profesyonel’ bir bakıcıyla içten bir annenin sevgisi arasındaki farkı sizin hayal gücünüze bırakıyorum. Buradan kadınlar çalışmasınlar, evlerinde otursunlar anlamı çıkarmayalım. Bence buradan çıkarmamız gereken anlam; annenin, bebeğine bakım vermesinin önündeki engellerin kaldırılması olmalıdır. Çünkü günümüzde çocuğunu bakıcıya bırakan veya erken dönemde kreşe göndermek zorunda kalan anne sayısı hatırı sayılır seviyede çoktur. Bir konuya da dikkat çekmek isterim; çocuğa anneanne veya babaannenin bakım vermesi her zaman ‘profesyonel’ bir bakıcıya oranla daha sağlıklıdır. Bunun sebebi de tahmin edeceğiniz üzere ‘sevgi’ faktörüdür. Bebeğin fiziksel bakımının yerine getiriliyor olması yetmez, duygusal ihtiyaçlarının da karşılanması önemlidir. İşte bu duygusal ihtiyaçların karşılanmasıyla ilgili sorunlar daha kalıcı olma eğilimindedir. Özellikle bakım veren, yani anne tarafından bebeğe yaşatılan travmalar ruhsal yapıya kazınan ve öyle kolay kolay hazmedilemeyen yaşantılardır.

Annelerin hataları bu kadar etkili mi?

Annenin hayatın içerisinde yaşadığı birtakım problemlerden etkilenerek bebeğinin duygusal ihtiyaçlarını karşılayamaması son derece olağan bir durumdur. Yani kısa süreli sorunlar ve duygu dalgalanmaları bebek tarafından tolere edilebilir. Asıl sorun, annenin kronik bir şekilde bebeğin bakımı konusunda sorun yaşamasıdır. Daha açık söyleyecek olursak annenin kendisinde var olan ciddi psikolojik sorunlar bebeğe zarar verir.

Bilmemiz gereken önemli bir şey var ki o da insanın kognitif (düşünce, muhakeme vb. süreçler) ve afektif (duygulanım) yapısıdır. Özellikle çocuk gelişimi konusunda insanın kognitif ve afektif yapısını bilmek hayati derecede öneme haizdir. Çocukluk döneminde özellikle afektif yapıda meydana gelen hasarlar nedeniyle sorunlar yaşanmaktadır. Fakat başta da belirttiğim üzere insan her çağında kendini iyileştirme potansiyeline sahiptir. Özellikle ergenlik dönemi, kendi hasarlarımızı iyileştirme konusunda bize verilmiş bir hediyedir. Sıklıkla düşülen hata şu; geçmişte yaşanan birtakım olumsuzlukların ‘unutulacağı’ yönünde bir ‘düşünce’ var. Az önce de belirttiğim gibi geçmişte yaşananlar afektif düzlemde yani duygulanımda yaşanan, hissedilen ve ruhsal kayıt sistemimize kazınan deneyimlerdir. Dolayısıyla unutmak gibi bilişsel bir ifadeyle izah etmek bizi ciddi bir hataya sürükler. Unutmak bir kenara, geçmişte yaşananlar, gövdemizle birlikte büyüyen çizikler gibidirler.

Hangi yaş aralığından bahsediyoruz?

İlk 6 yıl bizim için çok önemli. Burada ilk 3 yıla özel bir önem veriyoruz. Çünkü ilk 3 yıllık dönemde duygulanımdaki hasarlar, karşımıza ağır bir tablo çıkarır. Arzu ettiğimiz şey özellikle ilk 3 yıl annenin bebeğinin fiziksel ve duygusal ihtiyaçlarını karşılama noktasında yeterli olmasıdır. Mümkünse bu dönemde çocuğun bakımını anne veya aileden birisinin üstlenmesini öneriyoruz. Çocuğu seven ve duygusal ihtiyaçlarına cevap verebilen bir bakım çok önemlidir.

Afektif yapımız nasıl şekilleniyor? Beyin gelişimi nasıl oluyor?

Kognitif yapı, zamanla bebeğin gelişimine bağlı olarak evreler halinde gelişirken afektif yapımızı biz doğduğumuz anda kucağımızda buluruz. Bir bebeğin kognisyonu, bilişi çok ilkel düşünce süreçleri şeklindeyken afektif kavrayışı ise inanılmaz derecede keskindir. Yapılan araştırmalar gösteriyor ki bebek, annesinin duygulanımını aynen hissediyor. Doğduğu andan itibaren duygularla doğan bebek, bu duygularla ne yapacağını bilemez ve bu konuda kendisine bir yardımcı arar. Bu yardımcı, bebeğe bakım veren annedir. Bebek, annenin duygulanımlarına göre kendi duygulanımlarını ayarlar. Bebeğin beyni henüz gelişmemiştir çünkü beynimiz bir uyumlanma organıdır. Beyin, gelişmek için başka beyinlerle iletişim kurmaya ihtiyaç duyar. Eğer dış dünyada ihtiyaç duyduğu nesnelerle muhatap olamazsa beyin, ne yapacağını bilemez. Yeterince uyarıcı alamayan çocuklarla ilgili ürkütücü sonuçlar ne yazık ki literatürde mevcuttur.

Beynin çevreye uyum sağlaması bazen de dezavantaj haline gelebiliyor. Bebeğin beyni anneyle senkronize olduğunda annede var olan patolojilere bebek de aynı şekilde uyum gösteriyor. Kendi duygu düzenlemesini beceremeyen bir anneye uyumlanmaya çalışan bir bebek de duygularını düzenleyemez. Aslında bütün hayatımız boyunca hepimizin yapmaya çalıştığı şey, duygu düzenlemesidir. Duygularımızı sağlıklı bir aralıkta yaşamak, bizleri sağlıklı yapar. Normal sınırların ötesindeki duygulanımlarımız, hangi duygu olduğuna bakmaksınız bizleri sıkıntıya sokar. Normal hatların dışındaki duygulanımlar sağlıklı düşünce prosedürlerimizi de bozar. Örneğin; öfke de tıpkı diğer tüm duygularımız gibi bize lazım olan, bizim için olan bir duygudur. Fakat normalin üzerinde seyrettiğinde hem özel hayatımızda hem de iş ve sosyal hayatımızda ciddi sıkıntılara neden olmaktadır.

Bütün psikoterapi ekollerinde anne-çocuk ilişkisi çok önemseniyor. Anne-çocuk arasındaki etkileşimlerin yetişkin dünyasına yansımaları vazgeçilmez. Nelere dikkat etmeliyiz? Ebeveynler olarak ne yapmalıyız?

Çocukluk dönemini bilmeden psikoterapi yapamazsınız. İnsan gelişiminin serencamını bilmek zorundasınız. Çocukluk döneminde sinyallerini vermeden birdenbire yetişkinlikte patolojiler kucağımıza düşmüyor. Aslında çocuk psikolojisi veya yetişkin psikolojisi gibi bir ayrımdan da bahsedemeyiz. Tıpkı milletlerin tarihi gibi insanın kişisel tarihinde de bir kesintiden bahsedemeyiz.

Peki, ne yapmalıyız dediğimizde iki temel prensibi belirtmek gerekir. Bütün çocuk gelişiminin en hayati iki prensibi olarak şunları söyleyebiliriz:

  1. Koşulsuz sevgi
  2. Sınır koymak

Koşulsuz Sevgi

Bir çocuğun en büyük korkusu annesinin sevgisini yitirme korkusudur. Koşullu sevgi, yani ‘şunu yaparsan seni severim’ türünden mesajlar çocuk tarafından annesinin kendisini sevmeme ihtimali de olduğu yönünde dehşet verici bir korkuyu tetikler. Bu dehşet, çocuğu 7 gün 24 saat travmatize eden bir dehşettir. Bu durumda kalan çocuk kendi içinden gelen hislere değil de annesinin duygusal ‘talimatlarına’ göre kendini ayarlamaya başlar. Vakti saati geldiğinde afektif olarak yuvadan uçması gereken, yani duygusal anlamda kendi istekleri ve hislerine güvenerek ayrışma ve bireyleşme yönünde hareketlenmesi gereken çocuk, artık annesinin istekleri ve hislerini referans almaya başlayacak ve özerkleşemeyecek. Her defasında anneden gelecek onayı arayacak, yetişkin hayatında da insanların gözlerinde benzer onayları arayacak. Kendi içinden gelen hisler yerine dışarıdan gelen onaylarla yaşayacak ve kendisi olamayacak. Burada tekraren vurgulamak istediğim konu; mesajların duygusal tonunun önemidir. Yani çocuğa söylediklerimiz değil, hissettirdiklerimiz önemlidir. Sabahtan akşama kadar bir anne çocuğuna onu sevdiğini söylese de duygusal mesaj olarak verdiği örtük mesaj, çocuk tarafından net bir şekilde alınır. Öznel dünyasında çocuk, annenin duygulanımını net ve berrak bir şekilde hisseder.

Sınır Koymak

Günümüz çocuklarının problemi ilgisiz ebeveynler değil, aksine aşırı derecede ilgili ebeveynlerdir diyebiliriz. Aşırı ilgili ebeveynden kastım; çocuğa ihtiyaçlarından fazlasını veren ebeveyndir. Aşırı doyurulmuş çocuklar, duygusal olarak obez hale getiriliyorlar. Bir konuşmam esnasında, bir anne söz alarak bana soru sormuştu. Fakat sorusunu sorarken ‘Çocuğum zarar görmesin diye o an ona kızmadım’ şeklinde bir ifade kullanmıştı. Ben de cevaben ‘Neden kızmadınız? Keşke kızsaydınız’ dediğimde salondaki annelerin bazılarının yüzlerinde şaşkınlık ifadesi belirmişti. Bizim istediğimiz şey annenin doğallığından taviz vermemesidir. Çocuğum incinmesin diye kendini paralayan annelere duyurulur; sağlıklı insan incinen insandır. Uygun seviyede kırılma, incinme yaşamayan çocuklar büyük risk altındadır. ‘Uygun seviyede’ duygusal darbeleri almayan çocuk, gerçek hayatın zorluklarına karşı bağışıklık sistemini geliştiremez. Henüz anaokulunda sorunlar başlar. Çocuk, ergenlik dönemine kadar kurallar içinde özgürdür. Hiçbir kural ve sınır tecrübesi olmayan çocuk, dış dünyaya uyum kapasitesi geliştiremez ve anaokulu/kreş döneminde sorunlar açığa çıkar.

Sohbetimizin başında siz de şöyle bir ifade kullandınız; her anne babanın pedagojik nosyonu da yok. Evet, her anne babanın pedagojik nosyonu yok, zaten buna gerek de yok. Afekt ve biliş ayrımının ne kadar önemli olduğunu bir defa daha ısrarla vurgulamak isterim. Pek çok anne çocuk gelişimi konusunda yazılmış eserlerden faydalanarak çocuğuna daha iyi bakım vermek istemektedir. Bu masum ve takdir edilecek bir hassasiyet olmakla birlikte beraberinde bir risk de taşımaktadır. Bu risk, annenin kendi içten, doğal tepkilerinin yerini ‘öğrenilmiş’ tepkilerin almasıdır. Annelik, öğrenilen değil, hissedilen bir haldir. Eğer anneliği, kitaplardan öğrenmek gibi bilişsel bir bağlamda değerlendirirseniz, anne kendi doğallığından kopar ve bu kopuş bebeğin doğasına da zarar verir. Annenin bebeğini nesneleştirme riski artar. Tabi burada anneler kitap okumasın demiyorum, demek istediğim şey anneler doğal tepkilerini ketlemesinler, ‘bilgi’den hareketle ‘doğal’ı bozmasınlar. Sağlıklı anne, hata yapan ve hatalarını telafi eden annedir. Yeryüzünde dört dörtlük, mükemmel bir annelik yoktur.

Annelik öğrenilmez, hissedilir ne demek? Biraz açar mısınız?

Gelişimimiz, daha önceden belirlenmiş bir zaman çizelgesine göre evreler halinde olur. Bir kadın, anne olduğunda, genetiğinde hazır bulunan ‘annelik’ aktiflenir ve bütün sistemleri (Hormonal, duygusal vb.) bebeğine bakım vermek üzere harekete geçer. Bu konuda yapılmış, sonuçları hepimizi büyüleyebilecek bir çalışmadan bahsetmek isterim. Daniel Stern, bir hastanenin yeni doğan ünitesinde anne ve bebek arasındaki etkileşimi incelemeye çalışmıştır. Hassas cihazlarla yapılan ölçümler de kullanılmış olan bu çalışmada bebeğin anneyle göz göze geldiğinde ne olduğunu da incelemişlerdir. Göz bebeklerimiz, aydınlık ortamlarda daralırken, karanlıkta genişler. Buna Pupil refleks denilmektedir. Yeni doğan bir bebeğin annesinin gözüne baktığında pupillerinde daralma meydana geldiğini ve bu bakış neticesinde annenin de gözlerinde daralma meydana geldiğini görmüşlerdir. Bu pupil kilitlenme neticesinde bebekte müthiş bir coşku ve mutluluk, annede ise bebeğine bakım verme isteği meydana geldiğini gözlemlemişlerdir. Bütün bu olan biten 30 milisaniye (saniyenin binde otuzu) gibi kısa bir anda meydana gelmektedir. Bebek, anneyi bakım vermesi konusunda harekete geçirecek aktivasyonu sağlamakta ve anne ‘ölsem yapamam’ dediği şeyleri bebeği için rahatlıkla yapabilmektedir. Annenin genetiğinde hazır bulunan ‘annelik’ yani bakım verme potansiyeli, bebek tarafından aktive edilmektedir. Anne ile bebek arasındaki iletişimi başlatan, sürdüren, kontrol eden ve sonlandıran anne değil, bebektir. Buradan anlıyoruz ki anne-bebek ilişkisinde bebek, hiç de öyle pasif, edilgen değil aksine aktif olan, anneyi harekete geçiren taraftır. Anneyle kurulan bu ilişkide annenin yüz ifadesi, ses tonu, beden duruşu, bakışı bebeğin ilk ruhsal beslenme malzemeleridir. Biz yetişkinler de bugün biliyoruz ki iletişimde en etkili unsur bunlardır. İletişimde en kuvvetli unsurlar sözsüz olanlardır.

Psikoterapilerde “duygu merkezli terapiler” önü açık ve oldukça hedefe dönük görünüyor.

Duyguyu merkeze alan (psikodinamik) terapiler, derin ve nüfuz edici bir etkiye sahiptir diyebiliriz. Fakat bu, bilişsel terapilerin ya da duyguyu merkeze almayan diğer terapilerin işe yaramadığı gibi bir anlama da gelmemelidir. Bildiğim kadarıyla bugün dünyada en fazla uygulanan terapiler arasında Bilişsel-Davranışçı terapi bulunmaktadır. Herhangi bir ekolün ya da terapi modelinin fetişisti olmaya gerek yok. Fakat biliyoruz ki ruhsal yapımızın temeli afekt üzerine kuruludur. Bu nedenle duygu seviyesinde yapılacak yardımlar daha kalıcı olacaktır. Aslında bütün terapilerin nihai hedefi aynıdır fakat yöntemler farklıdır.

İlaçlı terapi ile psikoterapide bizi yol ayrımına getiren nedir?

İlaç mı yoksa psikoterapi mi dersek hata yapmış oluruz. Bu ikisi birbirinin alternatifi ya da rakibi değil, aksine tamamlayıcısıdır. Kimi zaman bazı danışanlarımız ilaç kullanmak istemediği için bize geldiklerini söyleseler bile biz psikiyatrist’e gitmelerini öneririz. Kimi zaman da psikiyatristler, psikolog önerirler. İdeal olan her ikisinin birlikte olmasıdır. Birbirinin tamamlayıcısı durumunda olan bu iki yaklaşımı kavga ettirmenin kimseye faydası yok.

Ülkemizde gerçek manada psikoterapi ne düzeyde yapılıyor?

Bu soruya benim cevap vermem ne kadar doğru olur bilmiyorum ama kendi görüşlerimi paylaşmak isterim. Ben ülkemizde gerçek anlamda psikoterapinin çok iyi düzeyde yapıldığını düşünüyorum. Gerçek anlamda psikoterapi denildiğinde benim aklıma Tahir Özakkaş hocamız gelmektedir. Psikoterapi Enstitüsünde çok ciddi ve dünya standartlarında bir psikoterapi eğitimi veren hocamızın kitaplarından azami seviyede faydalanmaya gayret ediyorum. Enstitü yayınları şahsen bana mesleki anlamda çok şey katmıştır. Bana mesleki alamda çok şey katan bir diğer isim olarak da Ahmet Çorak hocamızı belirtmem gerekir. Bunun yanında özellikle travma konusunda Emre Konuk hocamızın vermiş olduğu eğitimlere (EMDR Terapisi) katılmış birisi olarak Davranış Bilimleri Enstitüsünün ciddi katkılarını burada anmak isterim. Üniversite eğitimlerinin ardından mesleğe atılan meslektaşlarımın bu isimler sayesinde terapi alanında inanılmaz ilerleme kaydettiklerini biliyorum. Ayrıca ülkemizde alanında dünya çapında isimler var ki bunlardan özellikle Bilişsel-Davranışçı Terapi alanında Mehmet Zihni Sungur ve Hakan Türkçapar’ı da anmak isterim. Bu sohbeti de fırsat bilip bu isimlere de kıymetli çalışmalarından dolayı teşekkür ediyorum.

Bu güzel röportaj ve sohbet için teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim, çalışmalarınızda başarılar dilerim.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.