Yükseköğretimin Yapılanması Üretken Bir Hale Getirilmeli / Prof. Dr. Nihat Erdoğmuş

Yıllardır tartışılan bir yükseköğretim gerçeğimiz var, eğitimle ilgili oturmuş gelenekler de var, üniversitelerde buna dair yapılanma var. Gelenekten geleceğe arayış ve anlamlandırma misyonuna sahip bir üniversite misyonu deyince ne anlamalıyız?
Son yıllarda en çok tartışılan konuların başında yükseköğretim konusu geliyor. Bu sadece Türkiye’nin meselesi değil, aynı zamanda dünyada da çok önemli bir mesele. Yükseköğretimin kitleselleşmesi bir vakıa artık. Kitleselleşmeyle beraber üniversitenin misyonu da sorgulanmaya başlandı. Yani üniversite, bir geleneğe sahip, bir geçmişe sahip ve bu gelenekte en fazla onu şekillendiren, karakterize eden şey aslında hayatı anlamlandırmak ve arayış. Dolayısıyla hem birey olarak hem toplumsal olarak hayatın anlamı ve anlamlandırma konusunda arayışın mekânları üniversitelerdir. Fakat yükseköğretim alanındaki son gelişmelerle beraber daha fazla pratiğe yönelik eğitim arayışı ve talepler dünyada da, Türkiye’de de artmaya başladı. Bu da üniversiteyi bahsettiğimiz arayış ve anlamlandırmadan daha çok pratik beceriler kazandırmaya doğru çekmeye başlıyor. Böyle olunca da bu misyon biraz tehdit altında kalıyor. Üniversite, çevreden gelen, öğrenciden gelen, paydaşlardan gelen talepleri karşılamak durumunda ama bir taraftan da üniversiteyi üniversite yapan bu arayış ve anlamlandırma misyonuna sadık kalmalı, bunu sürdürmeli. Üniversiteler bir taraftan bu talepleri karşılamalı ama bu talepleri karşılarken de bu temel misyonu zedelettirmemelidir.
Eğitimin en önemli unsurlarından biri öğrenci. Öğrencilere değer katan bir eğitim ve öğrenme anlayışı nasıl olmalı? Günümüzde çok sık duyduğumuz bir söz var; “Üniversite mezunu; bir şey bilmiyor.” Böyle bir tarif var. Ne söylemek istersiniz?
Yükseköğretimde, hem dünyada hem Türkiye’deki gelişmelerin en önemlilerinden birisi kitleselleşme. Öncelikle, bizim bu vakıayı kabul etmemiz gerekiyor. Yani üniversite, az sayıda kişinin ulaştığı kurum olmaktan çıkıp, kitleselleşmiş, çağ nüfusun neredeyse yarısının ulaştığı bir kurum haline gelmeye başlıyor. Böyle olunca da herkese aynı eğitimi sağlamak pek mümkün olmuyor. Burada makul olan şey, üniversiteleri değişik türlere göre yeniden yapılandırmak. Araştırma üniversitesi olarak yapılandırırsınız, eğitim-öğretim üniversitesi olur, profesyonel meslekler kazandırır, bölgesel üniversite olur, uygulamalı üniversite olur, daha kısa süreli beceri kazandıran yükseköğretim kurumu olur. Dolayısıyla yükseköğretim kurumlarını kendi içinde çeşitlilik bazında yapılandırabilirsek gelen öğrenci çok farklı düzeylerde olabilir, o düzeyin gerektirdiği kadar eğitim ve beceri kazandırılır. Örneğin bölgesel bir üniversiteyse, bölgenin ihtiyaçlarını kazandırmak üzerine yoğunlaşabilir; uygulamaya dönük bir üniversiteyse, gence daha çok uygulama ağırlıklı beceriler kazandırabilir ve dolayısıyla gelinen seviyenin üzerine bir şeyler koyarak mezun etmeye çalışılır. Şu anda üniversite sistemi tek tip olduğu için, her yerde aynı eğitimi uygulamaya kalkıyoruz; fakat öğrenci düzeyleri farklı, kalitesi farklı ve bir de yükseköğretim kitleselleşiyor. Eskiden yükseköğretime çok az kişi erişiyordu, şimdi erişim ciddi biçimde arttı. 7,5 milyona ulaşmış bir öğrenci sayısı söz konusu. 7,5 milyon öğrencinin olduğu bir yerde, biz artık bu çeşitliliği sağlamak durumundayız.
İkinci bir sorun: Öğrencilerin kendilerinden ne beklendiği konusundaki algıları da sorunlu; yani iş dünyasında istihdam edileceği yerin öncelikleriyle öğrencinin kafasındaki öncelik sıralaması da farklı. Dolayısıyla üniversite sisteminde çeşitlilik sağlayarak ve uygulamayı dikkate alan bölümler açarak öğrenciye değer katmak gerekiyor. İş dünyasının, özellikle de uygulamalı alanların ve istihdam alanlarının gerektirdiği becerileri şimdiden kazandırmaya çalışmak lazım. Ancak yükseköğretim kurumlarının kazandırmaya çalıştığı bilgi ve beceriler ile gerçekte lazım olan arasında ciddi bir fark var. Bir daha vurgulamakta yarar var: Üniversiteler beceri kazandırmanın yanında kültürel ve entelektüel kazanımları da ihmal etmemelidir.
Nitelikli ve adanmışlığı yüksek akademisyenlerden bahsediyorsunuz, konuyu açar mısınız?
Akademisyen zor yetişiyor, uzun bir çaba gerekiyor. Lisans eğitimi, üzerine yüksek lisans, doktora, öğretim üyesi oluncaya kadar en az 7-8 yıllık ciddi bir yatırım süreci gerekiyor. Toplumun niteliği yüksek öğrencilerini seçerek akademisyen yapmak ve orada liyakati, rekabeti öne alacak şekilde sistemi işletmek gerekiyor. Bu olmadığı zaman zaten bilimin düzeyi de, akademinin düzeyi de düşük kalır. Bunu yapmak zorundayız. Nitelik tek başına yetmiyor. Nitelik gerekli, şart ve onun üzerine seçme, onun üzerine yarıştırma da gerekli. Fakat aynı zamanda çok uzun zaman ve yoğun çalışmayı gerektiren, odaklanmayı gerektiren bir alan. Bu yönüyle de, şan, şöhretten çok daha fazla, odaklanmayı, adanmışlığı gerektiriyor.
Öğrenci talepleri reel bir zemine oturursa eğitime katkı sağlayabilir. Eğitim taleplerine cevap üretebilen bir eğitim sistemi nasıl olmalıdır?
Son yıllarda hepimiz şunu görmeye başladık: Kontenjanlar artık dolmuyor. Özellikle son 2 yıldır bu çok daha bariz hale gelmeye başladı. Bu, yükseköğretime erişimde bir şeylerin yolunda gitmediğinin işareti. Yani öğrenci seçebileceği halde, bazı bölümleri seçmiyor. Ya ikinci yıla bırakıyor ya da gitmiyor. Geçen sene, Açık Öğretim hariç, örgün öğretimde 128 bin 500 kontenjan dolmadı. Bunu sorgulamamız gerekiyor. Bir, neden tercihte bulunmuyorlar? İkinci olarak da, öğrenci ne arıyor, öncelikle bu soruların cevabını bilmiyoruz. Burada ciddi bir araştırmaya ihtiyaç var. Öğrencilerimizin aradığı şeye cevap vermek için bölümleri tekrar yapılandırmak lazım. Bölümleri ya da akademiyi yeniden yapılandırırken, talebi dikkate alırken, üniversitenin üniversite olma özelliğini kaybetmeden bunu yapmaya ihtiyaç var. Ama bazen şu oluyor: Fildişi kuleye kapanıp talepleri ihmal etmek bir sorun ancak tersi de sorun olabilir. Sadece öğrenci talebini dikkate alıp yükseköğretim yapılandırılmaz. Dolayısıyla burada bir dengeye ihtiyaç var. Ama şunu artık netleştirmemiz gerekiyor: Yükseköğretimde, öğrencilerin önemli bir sayısı kısa sürede istihdam alanı oluşturacak, kısa sürede bilgi ve beceri kazandıracak, kolay istihdam edilebilecek alanlar ve buna yönelik beceriler beklentisi içinde. Bizim bunu gözden kaçırmamamız gerekiyor. Fakat tüm yükseköğretim sistemini bunun üzerine inşa etmek çok makul değil. Bir taraftan da araştırmaya odaklanmış, nitelikli eğitime odaklanmış bir yükseköğretim sistemine de ihtiyaç var. Burada kritik olan şey, beceri kazandırma, istihdam kazandırma kısmında talepleri karşılayacak bir şekilde yeniden yapılanmaya ihtiyaç var; fakat bu, sanıldığı kadar kolay bir şey değil, yani “öğrenci talepleri değişiyor, hemen akademiyi de değiştirelim” şeklinde değil. Oradaki dersler, müfredat, hocalar… Uzmanlığı konuşuyoruz. Uzmanlıktan başka bir alana geçmek o kadar da kolay olmayacaktır. Burada en makul şey, bu değişimi dikkate alarak, uzun vadeli şekilde, var olan alanlarda, talebin azaldığı alanlarda ne tür değişiklikler yapılabilir ya da oluşan fazlalık hangi alanlara yönlendirilirse daha üretken olur? Bu, bizi bekleyen temel sorunlardan bir tanesi ve şu anda bu sorun çok da fark edilmiş değil.
Eğitim ve piyasa talepleri arasında nasıl bir strateji izlenmeli, piyasanın talepleri ülkenin gelişimi açısından nerelere yönlendiriyor (yapay zekâ mı, elektronik mi, biyoloji mi); bu anlamda piyasanın taleplerine uygun bir eğitim nasıl oturtulabilir, üniversite mezunlarının işsiz kalmadığı işe girdiğinde de faydalı olduğu bir yapıdan bahsediyoruz. Düşünceleriniz alabilir miyiz?
Türkiye’nin yükseköğretim stratejisine ihtiyacı var mı, var. Fakat onun öncesinde, ülkenin temel önceliklerinin ortaya konulması lazım. Önümüzdeki on yılları dikkate aldığımız zaman, Türkiye’nin odaklandığı alanlar belirlenmeli. Hatta bu vadeyi daha da uzatmak gerekebilir. Yani 2050’lerde, 60’larda Türkiye hangi alanlarda olmak istiyor? İki, yükseköğretimin buradaki rolü ne olacak, bunun belirlenmesi lazım. Sonra da yükseköğretim alanı kendi içinde üniversiteleri çeşitlendirerek, bu stratejik alanlarda nasıl katkı sağlayabilir? Siz de çok duyuyorsunuz, “Dünyada İlk 500’e kaç üniversitemiz giriyor?” tartışmaları çok doğru yapılmıyor. Bu haliyle üniversitelerin orada yer alması çok zor. Bunun yolu belli. İlk 500 diye sıralanan üniversitelere baktığınız zaman, bunlar aslında ağırlıklı olarak araştırma üniversiteleri ve özel tasarlanmış üniversiteler. Dolayısıyla araştırma üniversiteleri, özellikle bu yarışa sokulan üniversiteler, bilim üreten üniversiteler, özel tasarlanması, özel yapılandırılması gereken, seçkin akademisyenlerin ve öğrencilerin olduğu kurumlar. Bunları dikkate alarak üniversiteleri yapılandırmak gerekir.
Kurumların yapılandırılması çok kolay yapılabilir bir şey değil, onlarca yılı kuşatacak bir devlet stratejisi olarak kurgulanmalı. Üniversiteler mutlaka dönüşmesi lazım ama dönüştürmek kurmaktan çok daha zor olabiliyor. Yeniden kurmak yolu da denenebilir. Biraz burada el yordamıyla gidiyoruz, çok stratejik bir kurgumuz yok. Türkiye’de 206 yükseköğretim kurumu var; şu anda en acil ihtiyaç, bunların önemli bir kısmının ciddi yapısal dönüşümü. Meseleyi birden çok boyutlu ele almak gerekiyor. Sadece bugün değil, “Önümüzdeki 10 yıl, 20 yıl sonra ne olacak?” kurgusu üzerine bugünden hazırlık gerekiyor. Bir de tabii, gerçekçi olmalıyız. Yani içinde bulunduğumuz dünya nasıl bir dünya ve bizim gücümüz ne? “Tüm bunları birlikte değerlendirdikten sonra neye odaklanabiliriz?” şeklinde bir bakışa ihtiyaç var. Daha çok hayallerimiz ve ne olması gerektiği üzerinden gidiyoruz, fakat “Bu zemin ve bu kurumlarla bu yapılabilir mi?” kısmıyla az yüzleşiyoruz. Tam da yüzleşmemiz gereken yer burası. Kapasitemiz belli. O zaman, bu kapasiteyle olmuyorsa burayı değiştirmek lazım.
Türkiye’de mevcut durumda yükseköğretime öğretim elemanı sayısını artırarak, daha fazla finansal kaynak aktararak performansın çok artacağını düşünmüyorum. Çünkü mevcut yapılar çok üretken değil. Üretken olmayan yapıda, motivasyon düşmüş, heyecan azalmış. Bu yapı ve işleyiş düşük çıktı ve sonuçlar doğuruyor.
Dünyanın gitmek istediği yön de artık bilinmez değil. Dünya bunu nasıl yapılandırmış? İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika, Almanya, Çin, Kore örnekleri var. Oralara baktığımızda da, bizim kendi deneyimlerimiz de gösteriyor ki yükseköğretim, stratejik olarak ele alınması gereken, ciddi bir dönüşüm gerektiren bir alan olarak karşımızda duruyor ve bizim bununla yüzleşmemiz lazım. Burada biraz dağınık gidiyoruz ve açıkçası gerçekçi değiliz. Bunu sağlamamız lazım.
Özellikle araştırma üniversiteleri mutlaka devletlerin, hükümetlerin öncülük etmesi, teşvik etmesi, desteklemesi gereken üniversite türleri; çünkü maliyeti çok yüksek ve uzun vadeli yatırımlardır. Özel sektör buralara -dünyada da öyle- çok girmek istemiyor. Fakat özel sektörümüzü uygulamalı alanlarda yükseköğretimin bir parçası yapmak durumundayız. Devlet üniversiteleri uygulamalı alanlarda zorlanıyor. Kamu üniversiteleri il merkezleri yanında ilçelere de yüksekokul açıyor ama orada üretkenlik düşük, sonuç almak o kadar kolay değil. Özel sektörün içinde olduğu, taşın altına elini koyduğu ortamlarda bunun daha iyi yürütüleceğini düşünüyorum. İş dünyasını devreye sokarak, onlarla beraber çalışarak bunu çözmek zorundayız. Çünkü özel sektör bu anlamda daha dinamik. Böyle bir işbirliğinde, iş dünyası taleplerini daha kolay ortaya koyacaktır. Bir de sonuç almak zorunda. Uygulamalı alanlarda artık Türkiye’de iyi düzenlemeler yaparak kâr amaçlı yükseköğretim kurumları kurulabilir. Kâr amaçlı yükseköğretim kurumları kurarak, iş dünyasının yükseköğretimden beklediği daha pratik becerileri kazandırabiliriz. Böylece özel sektörün talepleri hem daha kolay yükseköğretime yansıyacak hem de yükü özel sektör biraz üstlenmiş olacaktır. Sadece burada belki suiistimal edilmemesi için iyi düzenlemeler gerekiyor. Çünkü uzun vadeli bir süreci konuşuyoruz. Özel sektör kısa vadeli ya da kısa yoldan kâr elde etmek isteyebilir. Onları düzenlemek ve istenilen becerileri kazandıracak düzeyde yapılanmasını sağlamak, bunu güvence altına almak gerekli. Ama bizim yükseköğretimle ilgili esas sorunumuz şu: Yükseköğretim deyince bugün odaklı bakıyoruz. Bugün yükseköğretime giren öğrenciler 4 yıl sonra mezun olacak. Aktif çalışma hayatına katılımları en az bir 10-15 yıl sonra. Dolayısıyla bugün sisteme giren öğrencinin aslında 2030’larda hangi kazanımlara ve becerilere sahip olması gerektiği üzerinden bizim yükseköğretim sistemini kurmamız lazım. Sorun tam olarak bu. Sadece bugünün dünyası değil, 2030’ları da dikkate almalıyız. O zaman, 2030’ların dünyası nasıl olacak diye baktığımız zaman, Sanayi 4.0 diye isimlendirilen bir çerçeve var. Nesnelerin interneti bunun bir parçası. Arttırılmış gerçeklik, üç boyutlu yazıcılar, herkes bunları takip ediyor. Böyle bir alan varsa, bu bize şunu söylüyor: Daha nitelikli insan kaynağına ihtiyaç var. Rutin beceri gerektiren işler artık makinelere doğru gitmeye başladı, otomasyona doğru gitmeye başladı. O zaman, tasarlayan, analiz eden tarafta olmak zorundasın. O zaman, yükseköğretim kurumlarının mevcut yapılarını da buna göre hazırlama ihtiyacı var. Asıl bakmamız gereken şey, bugün sisteme giren öğrencilerin çalışma hayatına katıldığı zaman ona lazım olan beceriler. Bu da gerçekten stratejik bir konu ve gelecek odaklı bakmayı gerektiriyor.
Bir de üniversite-sanayi işbirliğinde benim dikkatimi çeken, sanayinin üniversitelerden beklentileri çok gerçekçi değil. Dolayısıyla taraflar topu birbirlerine atıyorlar. Sanayi tarafı şunu istiyor: Her şeyiyle hazır, ömür boyu devam edecek becerilerle donanmış bir öğrenci. Yok, böyle bir şey. Yani üniversite yetersiz hazırlıyor, eksikler var, daha iyi hazırlaması lazım, kesinlikle doğru; fakat birkaç yıl sonra bilgi eskiyecekse, o zaman yenileme görevi biraz daha kurumun kendisine düşmeye başlıyor. Oralarda kurumların daha fazla sorumluluk alması lazım. Bu yaşam boyu öğrenim diye formüle edilmeye başlanıyor. Ki, herhalde gelecek yıllarda çok daha fazla öne çıkacak. Yaşam boyu öğrenme ya da bu yeni gelişmeler başka gerçekleri de bize gösterdi. Mesela, aynı sınıfta çok farklı yaş gruplarından öğrenci görmeye başlayacağız artık, yani 20’li yaşlarla 30’lu yaşlar aynı sınıfta olacak. Sistemimiz buna uygun mu, değil. Bir tarafta aynı bölümlerde okuyorlar, deneyimli, sahadan gelmiş, bir tarafta yeni başlayan birisi ve aynı sınıfta olma ihtimali söz konusu.
Yine ülkemizde ikinci bölüm okumalar çok yaygınlaştı. Bir Açık Öğretim vakamız var. Öğrenci sayısı 7,5 milyon diyoruz, ama bunun yarısı Açık Öğretim. İyidir, kötüdür, o başka bir değerlendirme. Açık Öğretim özellikle masaya yatırılması gereken bir husus.
Açık Öğretimde yaklaşık 700 bin civarında ikinci bölüm okuyan öğrenci var. Mezun olmuş, ikinci bölümü okuyor. Niye okuyor; bir şey arıyor orada. Bu öğrencilere cevap üretmemiz lazım.
Bilgiyi üretebiliyor muyuz; yoksa, dışarıdan, yabancı üniversitelerden, dünyadan aldığımız bilgiyi mi kullanıyoruz?
Bilgi üretme kapasitemizin, araştırma kapasitemizin arttırılması, yükseköğretimle ilgili yine çok temel meselelerden bir tanesi. Türkiye, yayın sıralamasında 20. sırada.
Epey mesafe aldık, fakat ilk 10 ekonomi arasına girmemiz gerekiyor. Fakat önümüzdeki ülkeler artık kolay geçilebilecek ülkeler değil. 40’lardan 20’ye kolay iniyorsunuz, ama 20’den 10’a inmek demek, dünyanın gelişmiş diye sayılan ülkeleri arasına girmek anlamına geliyor. Üretkenlik ve kapasite anlamında öyle. 20’lere geldik ama bunun aşağılara doğru inmesi lazım ve bu uzun vadeli bir çalışma gerektiriyor. Nitelikli araştırmacı, akademisyen buralarda önemli olmaya başlıyor.
Çıktılar bakımından bizde patent sayısı düşük. Türkiye’de patent başvuru sayısı diye baktığınız zaman, 6 bin 500 civarında patent başvurusu alınmış. Çin’de ise bu rakam 1 milyon 250 bin. Devasa bir fark var. Almanya’da 60 küsur binler, Kore’de 170 binler civarında. Ciddi farklar var. Ekonomik olarak onlarla yarış yapacağız. Bu umutsuzluk değil, vakıa bu. Bunun farkında olacağız. Arayı ne yaparsak kapatırız, bakmamız gereken şey o.
Bir başka gösterge, ARGE’ye yapılan yatırım. Biz, gayrisafi milli hâsılanın yaklaşık yüzde 0.9’unu yatırıyoruz. Yüzde 0.5’lerden yüzde 0.9’lara doğru yaklaştık. Kendi içimizde iyiyiz. Fakat Almanya 2.5’lar civarında, Amerika 2.7, Kore 4’ün üzerinde. Bilim, sanayi, bilgi üretmek, pahalı ve uzun vadede sonuç verecek bir iş. O zaman, bugün yapılan yatırımlar daha sonra geri dönecek. Dolayısıyla bilimsel araştırma üretme kapasitemiz, bilgi üretme kapasitemiz denildiği zaman, nitelikli insan kaynağı bir tarafa, ikinci olarak finans ayırmanız gerekir. Bunlar çözüldükten sonra, sabırla biraz beklenirse geri dönüş sağlanacaktır. Bu açılardan Türkiye biraz daha bilim ve bilgi üretmekten çok teknoloji tarafında, yani üretilmiş şeye odaklanıyor. İhtiyacı var belki, fakat mantık da şöyle işliyor: Bilim bugünden belki bazı 10 yıl sonrasına, 15-20 yıl sonrasına, bazı alanlarda 30 yıl sonrasına, yönelik çalışmalar demek. Bilimsel çalışmalar daha sonra biraz somutlaşıyor, mühendislik oluyor, biraz daha somutlaşıyor, ürün haline geliyor. Biz ürün kısmındayız. Böyle olunca, üreten kısımda olmuyoruz. Son yıllarda ağırlık verildi, “Yerli, milli sanayi” denildi, yerli üretim teşvik ediliyor. Bunlar kıymetli şeyler, tercih olarak çok güzel. Öbür taraftan da bir kapasite var; bunun da artması gerekir. Bunun için çabaya ihtiyaç var. Türkiye gibi ülkeler bir taraftan teknoloji transferi yapsın, teknoloji üretsin ama öbür taraftan, bilim üretme kısmını da geliştirmesi gerekiyor. Asıl katkının, katma değerin yüksek olduğu yer orası. Şu anda biz burada teknolojiyi konuşurken, bu alanda ileri ülkeler 25-30 yıl sonra nasıl bir dünyada ne olacağını konuşuyor. Bizim de biraz ufku o tarafa doğru taşımaya ihtiyacımız var.
Türkiye’nin uluslararası öğrenci ve akademisyenler için bir cazibe merkezi olabilmesi ve yükseköğretim kurumlarının uluslararasılaşma kapasitelerinin arttırılması yolunda neler yapılabilir?
Yükseköğretimde uluslararasılaşma, son 10 yıldır en çok konuşulan, çaba gösterilen alanların başında geliyor. Göreceli olarak da mesafe kat ettiğimizi düşünüyorum. Diğer alanlarda her ne kadar eksikler biraz daha fazla olsa da, burada özellikle YÖK başkanlarının özel bir gayreti olduğunu biliyorum. Yani Türkiye olarak da bu konuya ciddi destek verdik. Yurt dışı burslar var. Yani bu alan göreceli olarak daha iyi gitmeye başlıyor. Yabancı öğrenci sayısı bir ara 125 binler civarındaydı. Yeni kayıtlarla 140 binlere yaklaştı. Bu gelişim bakımından iyi. Fakat dünyayla karşılaştırdığınız zaman, bu sayıların yetersiz olduğunu görmeye başlıyoruz. Bizim burada durmamamız, uluslararası öğrenci sayısını arttırmamız lazım. Sayı olarak epey bir büyüklüğe ulaştık ama öğrencinin geldiği coğrafya da önemli.
Yurtdışından gelen öğrencilerin burada eğitim görecekleri altyapıyla ilgili iyileştirmeye ihtiyaç var. Mesela, İngilizce eğitim anlamında, bunu verecek okul sayısı çok fazla değil. Konaklama, öğrencinin mezun olduktan sonra istihdamı gibi bir sürü düzenleme gerektiren alan var. Bütünlük arz etmesi gerekiyor.
Bizim daha fazla arttırmamız gereken şey uluslararası öğretim elemanı sayısı. Türkiye’de şu anda 3 binler civarında uluslararası öğretim elemanı var, bunların da ağırlığı İngilizce ya da yabancı dil okutmanları. Bizim uluslararası araştırmacıyı daha fazla çekerek, onların hem Türkiye’deki araştırma dinamizmini arttırması hem de buradaki araştırmacılarla beraber çalışarak araştırma kapasitesinin artmasına katkı sağlamalarını elde etmemiz lazım. Bu anlamda da sıkıntımız var. Bir üniversitede toplam öğretim elemanı sayısının yüzde 2’si kadar yabancı akademisyen çalıştırılabiliyor. Bu çok düşük bir oran. Buralarda düzenlemeye ihtiyaç var.
Türkiye’de yükseköğretimin uluslararasılaşmayla ilgili dikkate alması gereken bir konu da, yurtdışında alınmış diplomaların denkliğinin alınma süresinin iyileştirilmesi gereği. Türkiye’de bu süre biraz uzun. Bunu haklı kılacak bazı gerekçeler de var. Bu alanda yaşanmış sorunları da dikkate alarak yasal düzenlemelerle, sistematik düzenlemelerle denklik işlemlerinin hızlanması gerekir. Tanıma ve denklik gibi alanlarda yapılacak iyileştirmeler de uluslararasılaşmaya önemli katkılar sağlayacaktır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.