Yaşanılabilir Bir Şehir İnşa Etmek / Mimar Serkan Akın

Ahmet Hamdi Tanpınar, bir yazısında, “Şehir, bir terbiyenin ve zevkin etrafında teşekkül eden müşterek bir hayattır.” demiş. Bugün böyle bir zevk ve terbiyenin önündeki engeller sizce nelerdir? Mimari tek başına böyle bir zevki husule getirir mi?

Her şeyden önce bizim kalplerimiz ve niyetlerimiz değişti. Tanpınar 35’lerdeki romanlarında diyor ki: “Ah o eski mahalleler!”. Şehir, mahallelerden, mahalle de evlerden oluşan bir örgü ve şemadır. Şehir ve mahalle deyince bizim aklımıza kubbeler, minareler, cumbalar, ahşap evler, saçaklar gelir; ama bunlar sadece bizim iç dünyamızın dışa yansımasıdır. Şehir, mahalle ve ev aslında önce bizim kalbimizde ve aklımızda imar ve inşa edilir. Yani helal dairesinde gönül birlikteliğiniz yoksa evi inşa edemezsiniz, birbirinize kefil olmazsanız mahalleyi inşa edemezsiniz. Ve bu mahalleler, içinde pazar kurulan ve cuma kılınan çarşıların etrafında oluşmadığı için de şehri inşa edemezsiniz. Bugün gerçek mahalleyi inşa edemememizin sebebi, mülkiyete, adalete ve merhamete olan olumsuz bakışımızdır. Mahallenin gönüllerde inşa edilemiyor olmasının sebebi insanlarda, hırs, haset, mal biriktirme, yığma düşüncesinin ağır basmasıdır. Tamamı ahşap, cumbalı, süslü saçaklı, Türk evi planları ve oranlarıyla yapılmış evler silsilesi tasarlasam ve inşa etsem; eğer oraya taşınacak kişilerin oraya taşınma niyeti ve örgüsü, gelenekteki avarız akçasıyla ve kefalet sistemiyle kurgulanan bir mahalle sistemiyle örtüşmezse, orada size bir mimar olarak mahalle inşa etmiş olmam. Olan sadece bir site ya da rezidans olur.

Şehirler, mahalleler ve evler; binalardan, duvarlardan, çatılardan, kubbelerden ve minarelerden teşekkül etmez. Onlar sadece zahirde olanlardır, sadece iç dünyamızın dışa yansımasıdır. Dolayısıyla, günümüzde herkeste bir avantaj yakalama hastalığı, hırsı olduğu için, biz gönül şehrini, gönül mahallesini ve gönül evini inşa edemiyoruz.

Eski camiler, medreseler, köşkler ve meskenler yakın geçmişteki depremlere direniyorlar, ayakta duruyorlar. Hiç şüphesiz, bugünün teknolojisi de yabana atılamaz; bu durumu neye bağlıyorsunuz? Yani birisi yüzlerce yıl ayakta duruyor; günümüzdekiler ise taş çatlasın 50-60 yıl…

Bunun iki sebebi var. Farklı bir tanımlama ile başlarsak aslında camiler, külliyeler, hanlar, hamamlar, medreseler gibi yapılar kamu yapıları değil vakıf yapılarıdır. Ama bu yapılara şu an için kamu yapıları diyoruz. Ecdat bu yapıları kâgir olarak inşa etmiştir. Kâgirin şöyle bir özelliği vardır: Kâgir, taşların üst üste konulmasıyla yapılan bir inşa sistemidir. Bu da yer çekimi var olduğu müddetçe bu yapıların varlığını sürdüreceği manasına gelir. Yani bu yapılar sünnetullah doğrultusunda çalışan yapılardır. Ayrıca bu yapılar inşa edilirken temiz niyetlerle, helal ve has hazinelerle, kul hakkı yenmeden, temiz gayretlerle, yeryüzüne gönderiliş gayemiz olan imar etme düsturuna uygun bir niyetle inşa edilmişlerdir. Amaç yeryüzünü imar etmektir. Faaliyet inşa faaliyetidir ama maksat imar etmektir. Ayet mucibince, biz topraktan yeryüzünü imar etme bilgisiyle yaratıldık; o ayete uymak gayesiyle yapıldığı için, bu eserler fiziksel olarak, teknik olarak -bakın, teknolojik demiyorum, çok önemli burası- örfi bilgiyle inşa edildiği için bunlar kıyamete kadar yaşayacak.

Bu eserlerin yaşaması için bir de has hazinelerden vakıflar bağışlanmıştır. Ki “vakıf”, durmak demektir, “vakfetmek” bu kökten gelir. Bu eserler fiili olarak da yaşasın, ayakta dursun diye bakımlarını ve ihtiyaçlarını giderecek gelirler de vakfedilmiştir. Bunun için bu eserler kıyamete kadar yaşayacak.

İkinci olarak Osmanlı deyince bizim aklımıza ahşap evler gelir. Ancak Mardin de Osmanlı’dır, Kütahya da. Ege de Osmanlı’dır, Akdeniz de. Balkanlar da Osmanlı’dır, Artvin de. Dolayısıyla, sivil mimarlık eserleri dediğimizde aklımıza çoğunlukla ahşap evler gelse dahi, taş ve kerpiç evler de bizim kültürümüzün bir parçasıdır. Ama burada doğru olan şey şudur: geleneksel ve yöresel malzeme kullanımı, iklime uygun plan şeması, örfi bilgiyle inşa etmek. Mardin’de taş, Yozgat’ta, Malatya’da, Erzurum’da kerpiç ama Rize’de, Trabzon’da, İstanbul’da, Kütahya’da ya da Bosna Hersek’te ahşap. Bu düzeltmeyi de yapmış olalım.

Bununla birlikte, ahşap, aynen taş gibi, konvansiyonel bir malzemedir, yani gelenekseldir ve örfi bilgiyle inşa edilir; yıllara sâri aktarılan bilgiyle inşa edildiği için, ahşap bir yapıda hangi açıklıkla hangi büyüklüğü, hangi genişliği geçeceğimiz bizim bildiğimiz bir bilgidir. Yılların depremlerini, yılların yangınlarını, yılların tüm hezeyanlarını içinde barındırır. Bu yüzden kolay ve basit bir şekilde inşa edilebilen, kolayca bakımı yapılabilen ve kolayca yaşamın içine katılabilen bir duruşla inşa edilir. Dolayısıyla da bizim evlerimizin ömrü bir insan ömrü kadardır. Bu yüzden biz, dünya hayatının geçiciliğinden dolayı ahşap evlerimizi de yüzlerce yıl yaşasın diye yapmayız, bir nesil kadar yaşasın diye yaparız. Buna rağmen, dedemizden kalan ahşap evler; Safranbolu, Kütahya, Göynük, Taraklı, Mudurnu, Beypazarı evleri hâlâ yaşamaktadır. Ama bunlar, geleneksel bilgi, örfi bilgi, iyi niyet, helâl kazanç ve helal dairesinde yapılan yapılar olduğu için yaşamaktadırlar.

Şu an ise, yatırımcı, müteahhit, kat karşılığı inşaat, kentsel dönüşüm, imar barışı, rant, daha çok gelir, daha çok kira, birden fazla daireye sahip olma, biriktirme ve yığma mantığıyla yapıyoruz. Dolayısıyla bu binalar, içlerinde zulüm, haset, faiz, kul hakkı, haram ve merhametsizlik barındırdığı için de ömürleri uzun sürmeyecektir.

İstanbul’daki binaları afet riski, depreme dayanıklılık açısından değerlendirir misiniz?

Birincisi, İstanbul Türkiye’nin bir prototipidir. Türkiye’deki binaların yüzde 70’i kaçaktır. Bu yüzde 70’in de önemli bir bölümü 99 depreminden önce yapılmış binalardır. 99 depremi öncesi beton kalitesi, donatılar ve kolon kiriş ebatları yönetmelikler itibarıyla çok yetersizdi. Geçen günlerde, 99 depremi sonrası değişen yönetmelikler dahi yetersiz görüldüğü için değişti. 99 depreminden sonra büyüyen kesitler ve donatılar geçen sene yine büyüdü. Dolayısıyla, Türkiye’deki binaların yüzde 70’ten fazlası günümüz teknik normlarını karşılamayan, bir an önce yıkılması gereken yapılardır.

İkincisi, betonarme zaten benim kişisel olarak tamamıyla karşı çıktığım bir şeydir. Betonarme kötü bir malzeme ve inşaat teknolojisidir. Çok ağır bir sistemdir. Bir de sağlam olsun diye kesitleri de artırıyoruz. Ancak bugün Amerikan halkının yüzde 88’i, Avrupa halklarının yüzde 80’i ahşap, bahçeli evlerde yaşıyor. Ama Türkiye’de şu an halkımızın yüzde 93’ü kentlerde ve betonarme apartmanlarda yaşıyor. Dolayısıyla, bu binalar zaten ağır. Yüzlerce, binlerce tondan bahsediyoruz. 100 metrekare betonarme bir binanın sadece kendisi 65 tondur. Yani 10 katlı bir bina 650 tondur. Çift daireyse 1300 ton gibi bir büyüklüğe ulaşırız. İçindeki eşyalarıyla birlikte 1500-1600 ton gelir. Allah göstermesin, depremde yıkıldığında, zemin katta oturuyorsanız, 1500 ton altında kalıyorsunuz.

Dolayısıyla, bizim bir an önce bu binaları boşaltıp, Anadolu’ya yayılıp, İstanbul’daki kalabalığı seyrekleştirip -aynı şey Ankara, İzmir ve Bursa için de geçerli- müstakil ve bahçeli evlerde yaşama geçmemiz gerekiyor. Çünkü deprem öldürmez; deprem sadece yerkürenin hareketidir ve sünnetullahın bir parçasıdır. İnsanların hırsı ve hasedi insanları öldürür. Bu şekilde betonarme binalar katile dönüyor. En son Kartal’da yıkılan binayı biliyorsunuz.

Eski eserlerin günümüze taşınması konusunda üzerinde durulası tarafları nelerdir? Bir kültür taşınması mı yoksa bir şekil üzerinden refah ve huzur kurgusu mu? Eski ile yeniyi farklı kılan nedir?

Ülkemizde insanlar; geçmişe, eğer damaklarına, ceplerine ya da hazlarına görünür bir faydası varsa ilgi duyarlar. Ama ortada restore edilmesi gereken ahşap bir bina, suyu akmayan bir Osmanlı mahalle çeşmesi, yıkılmış bir köprü ya da han varsa kimse onun yanından geçmez. Ama restore ettiğinizde orayı otel yapabiliyorsanız, çarşıya çevirip oradan kira geliri elde edecekseniz, bunun gibi fırsatlar varsa insanlar hemen el atarlar. İnsanımız maalesef, eski eserleri restore etmeyi çok da fazla istemiyor. Restore edilmesi gereken eserlerin epey bir kısmı aslında vakıf eserleridir; vakıf demek, aslında “durmak” demektir. Bu eserler, ecdadın, helal dairesinden kazandıkları paralarını, kıyamete kadar belirledikleri amaç uğruna, Allah’ın rızasını kazanmak için bahşettikleri, hediye ettikleri ve vakfettikleri, bağışladıkları eserlerdir. Dolayısıyla, vakıf eserler, adı üzerinde, kıyamete kadar onu o gün kim kazandı, bahşetti, vakfetti ve bağışladıysa, ne olursa olsun, Allah katında, kul hakkı yenmemesi için, o kişinin vakfı kıyamete kadar onun niyeti üzerine sürdürülmelidir. Zaten kişi eseri bağışlarken, o eseri yaşatacak arsasını, gelirini ve akarını da bağışlamıştır. Yani o sistemi bozmazsanız sistem kıyamete kadar sürer ve eser yıkılmadan yaşar.

Dolayısıyla, bizim restorasyona bakışımızdaki ana felsefemiz, ana mihenk noktamız budur. Yani önce amacına uygun bir şekilde yaşatmak ve sürdürmektir.

Yıkılmış, yok olmuş ya da hasar görmüş yapıların fiziksel olarak tamirine restorasyon diyoruz. Fiziksel olarak tamirinin gerçekleşebilmesi için de gerek Türkiye’de gerekse dünyada bu hususta oluşturulmuş kuramlar, düşünceler, mevzuat ve şartnameler silsilesi var. Burada bu mevzuat ve tecrübeden kaynaklanan bir problem başlıyor. Biz Anadolu’dayız ve İstanbul’dayız. Burası bir İslam yurdu. Ama burası önceden Konstantiniyye’ydi, Hitit’ti, Asur’du, Frigya’ydı, Lidya’ydı.

Bu yüzden restorasyona ve eski esere bakışta önce ideolojik bir yaklaşım, önyargı ve bir perdeleme var: Hangisini koruyacağız? Hangisini yaşatacağız; üstündekini mi, altındakini mi? dolayısıyla, burada restorasyon ile arkeoloji çatışması oluşuyor. Akademik bakış da bu noktada problemli bir bakış. Bu, restorasyondaki ikinci sorun.

Bir diğer mesele: Senelerce Osmanlı eserlerinin, bırakın ihya edilmesini, yıllarca ihmal edilmesi ve amacının dışında kullanıldığı gerçeği var. Vakıf eserler satılıp, işgal edildi. Dünyaca ünlü, modern mimarının en önemli adamlarından Le Corbusier Cumhuriyet kurulduktan sonra İstanbul’un planlanması için İstanbul’a çağrılır ve “İstanbul’u nasıl modern bir kent haline getirelim?” diye kendisine sorulur. O da şöyle bir teklif yapar: “Tarihi yarımadayı koruyalım, eski eserleri ihya edelim, İstanbul bir Osmanlı şehridir”. Bunun üzerine Le Corbusier’e işi vermezler. Yerine Fransız bir mimar olan Henri Prost getirilir. İstanbul’u planlama işini Prost’a verirler. Prost tek kelimeyle İstanbul’u mahveder. Tarihi yarımadaya bulvarlar açılır, Haliç’e liman ve sanayi gelir, ahşap yapıların yerine betonarme apartmanlar planlanır ve daha bir sürü yanlış karar alınır. Ben Henri Prost’un tüm planlama kararlarının bilinçli, ısrarlı ve kötü amaçlı planlama kararları olduğunu düşünüyorum. İstanbul’un bugün mahvolmasının somut sebeplerinden birisi, Prost’un 1930’lu, 40’lı yıllarda yaptığı planların maalesef hayata geçirilmesidir.

Bu düşmanlık, 1994’lü yıllardan itibaren Refah Partili belediyeler, 2000’li yıllardan itibaren de AK Parti belediyeciliği ve AK Parti hükümetleriyle birlikte, iyi niyetle, bütçe ayrılarak, bu eserlerin ihyasına dönük bir gayrete dönüştü. Ama burada da başka bir şey oluştu. Yüzlerce yıldır ayakta duran, onlarca yıldır da ihmal edildiği için yıkılmış eserleri, çok sıkışık bir zamanda ve çok sıkışık bir kurguyla, çok hızlı bir şekilde restore etmek gibi bir tavır sergilendi. Ki bu da fiziksel olarak hatalı restorasyon müdahalelerini gündeme getirdi. Zaten buradaki restorasyondaki ana amaç da eserlerin sadece fiziksel olarak restorasyonu ve ayağa kaldırılması. Ve karşımıza tekke olarak inşa edilmiş bir eserin cafe olarak restorasyon projesinin olması ya da medrese olarak inşa edilmiş bir eserin müzeye döndürülmesi ya da hamam olarak inşa edilmiş bir yapının toptancılar çarşısına döndürülmesi gibi durumlar çıktı. Dolayısıyla, restore edilen binaların esas inşa edilme amacına dönük restorasyonlara geçilemedi. Yani o eserlerin var olduğu ilk yıllardaki gönül ve manevi ortamın ihyasına dönük bir restorasyon uygulaması yapılamadı.

Mimari konularda da 80’lerden itibaren 90’lı yıllar Türkiye’nin en zayıf olduğu yıllardır. Yani mimari örgü, kurgu, niyet ve kalitenin çok diplerde dolaştığı yıllardır. Ki o yıllarda konstrüksiyonu betonarme olarak inşa edilmiş ama sadece cephesi korunmuş ya da betonarme olarak restore edilmiş ve üstüne cam giydirme bina kondurulmuş yapı örnekleri vardır. Bunlar bugün için kesinlikle restorasyon olarak kabul etmeyeceğimiz vasatı koruyan, komik, sakil restorasyon uygulamalarıdır.

Sonra bu durumdan, 1999 yılındaki 660 sayılı İlke Kararıyla vazgeçildi. 660 sayılı İlke Kararı bu noktada bize iyi bir direnç sağladı. Binaların en azından orijinal malzemesiyle, plan şemasıyla ve orijinal fonksiyonuyla kullanılması gerektiği hususunda toplumda iyi bir teamül ve gelenek oluşturdu. Türkiye’de ahşap firmaları, taş firmaları ve geleneksel malzeme ve geleneksel teknikle restorasyon yapan kurumlar, firmalar oluştu.

Biz restorasyona şu şekilde bakmak zorundayız: Restore ettiğimiz yapılar teatral bir sahne ya da folklorik bir arka plan değildir. Müze olarak gezilen, içine balmumu heykeller koyulan ahşap konaklar bizim ulaşmak istediğimiz sonuç değildir. Bizim restorasyondan amacımız, başımız her sıkıştığında, buhrana ve bunalıma girdiğimizde ya da büyük bir kaos yaşadığımızda, bu kaos sonrası, aynen Nuh Tufanı sonrası atamız İbrahim Peygamber’in Kabe’nin yerini bulması, Hacer anamızla birlikte ve Hazreti İsmail’le birlikte yeniden inşa etmesindeki felsefe, niyet ve sistem neyse, onun gibi, buradan ortaya konulacak bir restorasyon kuramıyla, örfün, kadim bilginin, meslek bilgisinin doğaya ve sünnetullaha uygun, yaşam döngüsünün yeniden örnekliğinin görülebileceği ve öğrenilebileceği numuneler olarak ortaya koymaktır.

Eski eserlere öykünerek değil, onların yapıldığı dönemdeki duruşa ve yaşam şekline dönmemiz gerekiyor. Kurtuluşumuz burada. Bizim kurtuluşumuz, tekniğe, mesleki bilgiye, peygamberi sünnete, geleneğe, örfi tavra dayalı yaşama geri dönmektir. Dolayısıyla, bizim restorasyona, vakıf eserlerine ya da eski eserlere bakışımız budur. Böyle bir restorasyon ilkesi oluşturmak zorundayız.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.