Vefa(Sız)’nın Açtığı Kapı… / Kenan Kurban

59-vefaSüt beyazı masa ve üzerinde klasik büro eşyaları, rahat koltuklar ile birkaç aksesuar ile onları tamamlayan dünyadaki insanların kendisinden en çok yakındığı zamanı gösteren saat kimseye umursamadan bildik yolculuğuna devam ediyordu. Siyah koltuğunda oturan adamın sol kolu masanın üzerinde, yanağı ise avucunun içinde kundaktaki bebek misali duruyordu. Adamın düşünceli, öfkeli bir o kadar da anlamsız bir yüz ifadesi vardı. Sağ eliyle de dolma kalemini masanın üzerinde çeviriyordu. O anda odada saatin tik tak ve kalemin sürtünme sesinden başka ses yoktu. Birkaç turdan sonra duran kalemi adam tekrar tekrar döndürmeye devam ediyordu. Sanki kaleme “Neden böyle oldu? Ben bunları hak edecek ne yaptım? İyilik böyle mi karşılık bulmalıydı?” diye soruyordu, kendisinin bile cevabını bulamadığı soruları.

Bir el kapıyı tıklattı. Ruhu adeta çekilmişti, sadece şuursuzca alışkanlık gereği “Gel” dedi. Zayıf bedeninde geriye doğru taranmış saçları, düz uzun bir burun hafif içeri gömülmüş küçük gözleriyle gelen Galip Ustaydı. Adam hiç istifini bozmadan “Gel, Galip Ustam gel.” dedi. Ustanın feryat eden bir ses tonu vardı. “Üzülme be patron.” dedi. Yıkılmış adama gene zayıf bir tonda “Üzülmekten ziyade anlayamıyorum, daha doğrusu kaldıramıyorum.” Galip Usta “Kaybettiklerine mi?” Adam başını kaldırıp ustanın gözlerinin içine baktı, yüreğinde yıkılmışlık ve öfke dolu olduğu belliydi. “Ustam kaybedilenler tekrar geri kazanılabilir. Ama ihanet, vefasızlık insanlara olan inancımı sarstı. İçimde onun yıkılmaması için bahaneler, daha güçlü dayanaklar arıyorum. Eğer bulamazsam ben o zaman biterim. İyi insan olmak için daha sağlam temellere ihtiyacım var. Bulamazsam benim öldüğüm andır.” Galip Usta işinin ehli gerçek zanaatkârdı. Ama sosyal hayatında ise bohem ve pervasız bir tipti. Önce “Seninle diğer insanlar arasındaki en büyük fark, insanların çoğu kötülük yapmak için bahane ararken sen her şeye rağmen iyilik yapmak için sebepler arayan, bir şekilde de bulan hep adam gibi adamsın.” dedikten sonra o gür sesiyle net harflerle bilgi dağarcığındaki en galiz küfürleri sallayıp “Sen de iki küfür salla rahatlarsın patron.” dedi. Adam geceden beri ilk defa acı da olsa tebessüm edebildi. Onun bu halinden cesaret bulan Galip Usta daha derin galiz güzellemeler yaptı. Ve “Sen ne yapsan boş, insanoğlu çiğ süt emmiş be patron, değmez…” dedi. Yakup iki eliyle yüzünü önce kapattı sonra amin dercesine yüzüne sürdü. Yakup: “Ama biz öyle görmedik be ustam” Galip gülümsedi: “Senin, Salih Ustanın yanına ilk geldiğin günü hâlâ dün gibi hatırlıyorum. İlk potada altını eritip ayrıştırırken ateşin harlandığı yüzün, çekingenliğin gözümden gitmez. Her şeye rağmen pire gibiydin, çok çalışırdın. Salih usta da seni ayrı bir severdi.” Yakup: “Rahmetli çok iyi adamdı, hem de adam gibi adam ama tersi de bir o kadar tersti.” Başını hafiften sallayarak “Lâf aramızda eli de ağırdı hani.” dedi. Galip: “Sen pek dayağını yemedin, yediysen de tek tüktür. Senin için yüzümü kara çıkartmayacak bu çocuk büyük adam olacak derdi.” Yakup: “Üzerimde emeği çok, bana ikinci bir baba oldu.” Galip: “Sen de ustanı hem maddi hem de manevi manada yalancı çıkartmadın. Eee kolay mı Salih Ustadan icazet alıp işyeri sahibi olmak.” Yakup ayağa kalktı: “Keşke usta hep küçük bir atölye olarak kalsaydık.” Yürüyerek camın önüne geldi. Fabrikanın avlusunda çay içen işçilere baktı. “Usta hatırlar mısın, Kapalıçarşı’daki Zincirli handa seninle hayaller kurardık. Bir gün fabrikamızı kurup yüzlerce işçimiz olacak, elimiz genişleyecek, eşe dosta daha çok yardımcı olacağız.” Galip Usta: “Bunları gerçekleştirdik be evlat. Allah var, seni yirmi beş yıldır tanırım, bir Allah’ın kulu sana kötü adam, kazık attı, bana yamuk yaptı diyemez.” Yakup: “Ustam, benim işyerim de en mutlu olduğum günü bilir misin?” Cevap beklemeden devam etti. “Çalışanların maaşlarını aldığı gün yüzlerindeki o gülümsemeyi gördüğüm andır. Şunu biliyorum ki bazısının yeni doğan çocuğu, kiminin evinde yaşlı anası var. Ben onların da hayır dualarını alıyorum.” Sonra sesi buğulandı, hafif titredi, dokunsan ağlayacak gibi oldu. Ustaya dönüp: “Sen hiç kardeşim dediğin birini daha yaşarken toprağa gömmek zorunda kaldın mı? O’nu sevdiğin için kendine küfredip pişmanlıklar duydun mu? Hele bir de bu adam çukurdan çekip çıkardığın biriyse?” Usta da oldu olası böyle duygusallıkları sevmeyen sert tabiatlı birisiydi. Hatta kendi ifadesiyle sadece Kâbe’yi görünce ağlamıştı. Hatta haccı anlat diyenlere “Benim gibi taş kalpli biri bile ağladıysa varın gerisini siz düşünün.” derdi. Galip Usta: “Evlat her zaman derim, merhametten maraz doğar diye.” Ağır adımlarla masasının başına gelmiş olan Yakup aniden öfkelendi, elini masaya vurdu. Ve: “Birkaç soysuz istismar ediyor diye güzel ahlaktan vaz mı geçeceğiz? O zaman yaşamanın ne anlamı kaldı?” Galip Usta öfke ile: “İyi sen yine ahlaklı davranmaya devam et de, o soysuza senin yaptığını anası babası yapmadı. Aldın adam ettin. Teşekkür edeceği yere senin kuyunu kazıp firmanı batırıp soyup soğana çevirdi.” Ateşler saçan gözlerle Yakup çekmeceyi açtı. Uzun namlulu altıpatlarını eline aldı. Şarjörünü kontrol etti. Ve: “Şimdi merhametimizi adalet kılıcıyla dengeleme vaktidir.” Galip Usta: “Geç bile kaldın. Bunu daha önceden yapmalıydın.” Yakup: “Evet belki de bendeki merhamet başka zaaflarımı kapatan bir yönü var. Maraz olan kısmı da burada.” dedi, yürümeye başladı. Galip Usta da ayağa kalktı. “Evlat bekle, ben de emaneti alıp geleyim. Yalnız başına gitmene izin vermem.” dedi. Kapı koluna elini attı. Telefonu çaldı. Arayan annesiydi. “Alo anacığım.” Kadının sesi telaşlıydı. “Baban, baban oğlum.” Yakup: “Bir şey mi oldu?” Annesi: “Başına gelenleri duymuş. Kaldıramadı, kalbi sıkıştı, şimdi ambulanstayız, Siyami Ersek hastanesine gidiyoruz.” Telefonu elinden bırakırken adeta dizlerinin bağı çözüldü. Şuursuzca koltuğa otururken babasının öldüğü gözlerinin önüne geldi. Bir anda hayatında büyük bir boşluk oluşmuş adeta sırtını dayadığı o muhkem, yıkılmaz zannettiği çınar devrilmişti. Kendisini çok zayıf hissetti. Koltuğunda küçüldü. O haliyle kundaktaki bebek kadar masum ve savunmasızdı. Başını kaldırdı ve kaybettiği servetini gözden geçirdi, ne kadar kıymetsizdi. Ne büyük nimetti babanın nefesini hissedebilmek. Galip Usta sarsarak “Kendine gel Yakup!” dedi. Baktı olmuyor, küçük bir kaç şamar atıp kolonya koklattı. Kendine gelmeye başlayan Yakup’a “Ne oldu aslanım?” dedi. Yakup: “Babam” dedi. Galip: “Ne olmuş?” Yakup: “Hastaneye kaldırılmış.” Usta koluna girip: “Toparla kendini, sadece hastaneye kaldırılmış, ölmemiş ya evladım.” Kol kola beraber yürümeye başladılar. “Tabi peş peşe gelen acıları bünye kaldıramadı.” dedi Galip Usta. Şoför arabayı gazladı. Dörtlüleri yakarak yola çıktı. Çünkü daha önlerinde köprü trafiği vardı. Her İstanbullu şunu iyi bilirdi ki trafikte her an büyük sürprizler olabilirdi. Şoför sıkıştığı yerde emniyet şeridine de girerek yol alıyordu. Hastaneye vardıklarında acilin önünde onları Yakup’un abisi karşıladı. Bakışlarında bir tuhaflık vardı. Üzüntünün içinde sanki sevinç yaşıyordu ve gizlemeye çalıştıkça daha çok açığa çıkıyordu. Yakup: “Abi durumu nedir?” Abisi: “Getirdiklerinde ölmüştü ama doktorlar son bir umut geri getirmek için çalışıyorlar.” Yakup: “O zaman sen burada ne arıyorsun? Anam, anamın yanında kim var?” Abisi: “Korkma, yalnız değil, yanında Melahat var.” Hızla kardiyoloji bölümüne çıktılar. Onu merdivenin başında gören kız kardeşi “Abi” diyerek gelip sarıldı. “Babamı Hakka uğurladık. Anama söyleyemedik.” Yakup: “Anam nerede?” Melahat: “Odaya aldılar sakinleştirici iğne yaptılar.” Yakup hemen anasının yanına koştu, elini öpüp yüzüne sürdü. “Benim güzel anam.” dedi.

Bu dünyada ne kadar yaşarsan yaşa aslında hep kısaydı. Ve hiç o uzun uzun yıllar hiç yaşanmamış gibidir. Geriye dönülüp bakıldığında ise heybelerimizde hep keşkelerle doluydu ve giden geri gelmiyordu. Babasını yıkamak için gasilhaneye girdi. İmam efendiye yardım ederken bir ara “Baba hadi kalk!” diyesi geldi. Çünkü o haliyle öyle güzeldi ki sanki ölmemişti, sadece uzun bir uykuya dalmıştı. “Hadi kalk da yine bana kız, öfkelen, nasihat et elimi tut…” Gözleri nemlendi. Belki de duyuyordu ama istese de cevap veremezdi. “Ona şimdi sadece dua edebilirim. Başka bir faydam olmaz.” diye düşündü. Bu fani dünyada babasıyla bir daha görüşemeyeceği son ayrılıkta onun vasiyeti aklına geldi. Posta dağıtmaktan yorulmuş bacakları, yüzünde şapkanın siperinin koruyamadığı yerlerdeki güneş yanıklarıyla onu karşısına almış; “Oğlum, Yakup’um! Sen evin en küçüğüsün, hayat bu her zaman birimizin başına bir hal gelebilir, dünyamızı değiştirebiliriz. İşte ben ölünce anan, abin, kız kardeşin kısacası ailenin tüm üyeleri sana emanet. Ne olursa olsun onların hep elinden tutup onları kuşat. Hatalarına, yanlışlarına sen kız, söv ama dışardan birinin sövmesine izin verme. Seni istismar etmelerine küçük de olsa izin ver. Ben isterdim ki evlatlarımın hepsi aslan olsun. Ama maalesef benim tek aslanım sensin.”

Sonra kefenlenen babasını tabuta koydular. Başını tabuta yaslayıp yüreğinin ta içinden şunları söyledi: “Uğurlar olsun babam! Ömrüm olduğu, takatim yettiği sürece vasiyetini yerine getirip sana hep uhrevi hediyeler göndereceğim. Mekânın cennet olsun.” dedi. Kimselerin duymadığı bu cümleleri, babasının işittiğini biliyordu. Cenaze namazı kılınıp mezarlığa varıldığında, hazırlanmış mezarın içine abisiyle birlikte indiler. Kabir ne tuhaftı, canlı canlı hissetmek yüreğine ürperti verdi. Tabuttan çıkartılan naaş, usulüne uygun şekilde kabrin içine yatırıldı. Sonra tahtaları yerleştirildi. Ve çıkma vakti. Orada bıraktığı sadece babası değildi. Hırslarını, öfkelerini, dünyaya dair içinde ne varsa babasıyla birlikte gömüyordu. Burada hiçbir konumun, makamın faydası yoktu. Ama Rabbim’in razı olacağı işler yaparsan bir anlamı değeri vardı. Babası şimdi tek başınaydı. Acayip bir şekilde kendisi de şu koca dünyada yalnızdı. Hele hele en son en güvendiğinden gördüğü ihanet bunu perçinlemişti. Babasının kabrine atılan her bir kürek toprakta içi yanıyordu. Ama metin olmaya daha doğrusu öyle görünmeye çalışıyordu. Nihayet defin vazifesi tamamlandı. Zor olsa da ayrılma vakti gelmişti. Taziyeleri kabul ederken istemsiz ve düşüncesizce gözü dostlarını aradı. Evet, eski dostların çoğu oradaydı. İflas haberlerinin hızla yayılmasından mıdır nedir yeni dostların daha doğrusu paranın getirdiği dostların çoğu yoktu. Bir kaçı her şeye rağmen dostluğun sıcaklığını hissettirmeye çalışıyordu. Bunlardan birisi Cüneyt’ti, kulağına eğilip “Dostum her zaman ve her şartta yanındayım rahat ol.” dedi. Bu söze ne kadar inanmalıydı? Cevabı şimdilik muhaldi. Ama o an yalan bile olsa duymak insana iyi geliyordu. Bu arada, sabahtan beri çalan ama bakamadığı telefonu tekrar çaldı. Baktı bu Nedim’di. Galip Ustaya uzattı. Galip Usta “Alo” dedi. Karşı taraf “Alo, Yakup sen misin?” Galip: “Ben Galip Usta. Yakup’un babası öldü konuşamıyor.” “Galip Usta, ben kimyevi ham maddeci Nedim. Mutlaka görüşmem gerekli.” Galip: “Bana söyle ben halledeyim. Adamın babası öldü diyorum.” Nedim: “Sen benim muhatabım olamazsın, sana Yakup’u ver diyorum.” Galip Usta La havle çekerek telefonu Yakup’a uzatıp: “Densizin biri seni arıyor.” Yakup: “Cenazesi var demedin mi?” Galip yüksek ve öfkeli bir ses tonuyla “Dedim ya densiz diye.” dedi. Yakup telefonu aldı. Durgun bir ses tonuyla: “Alo, ben Yakup Sezgin buyurun.” Nedim: “Yakup Bey başınız sağolsun. Ben Nedim.” Yakup: “Dostlar sağolsun Nedim bey.” Nedim: “Yakup Bey bugün için otuz bin dolarlık döviz çekiniz var. Şu saat oldu ödenmemiş. Bankamdan aradılar.” Yakup: “Nedim Bey! Siz algılayamadınız sanırım, babam öldü ve şu an mezarlıktayım. Bir iki gün idare edin.” Nedim: “Ticaretin hastalığı, ölümü olmaz. Borç borçtur ve sen onu gününde ödüyorsan adamsındır. Senin durumun beni bağlamaz, ben paramı bugün isterim.” Yakup: “Ulan on beş yıldır bir gün ödemen sekmedi. O zaman iyi adamdım da şimdi bir gün için mi kötü olduk?” Nedim küçümser bir tarz da güldü: “Hayrına para vermediniz. Lütufta bulunmadınız, ödeme yapmasaydınız ticari itibarınız sıfır olur bu konumlara gelemezdiniz. Benim malzemelerim olmasa işiniz yarım kalırdı. Benim sayemde para kazandınız. Ayrıca bütün âlem bittiğinizi biliyor.” Yakup: “Çekin arkasını yazdır.” Durdu. “Hatta direkt icra işlemlerini başlat. Senden ve senin gibilerden merhamet dilenecek, anlayış bekleyecek bir adam değilim. Böyle bir günde para için arayan adamın ederi tenezzül ettiği miktar kadar bile değildir. O hakaret içeren cümleleri size bu dünyada yedireceğim bunu da iyi bir yere not alın.” dedi. Telefonu kapattı. Ayakta durmakta zorlandığını gören Galip Usta ile yeğeni koluna girdiler o sayede son birkaç kişinin de taziyesini kabul etti. Sonra “Galip Usta, beni Salih Ustamın kabrine götür.” dedi. Üçlü beraberce yürüdüler. “Salih Anlayışlı” yazan mezar taşının başına oturdular. Yakup selam verdi. Dualar edildi. Sonra Yakup başını taşa yasladı, gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı. Aslında onlar sadece gözyaşları değil iç kırgınlıklarının, üzüntülerinin, ihanetlerin, hüznün billurlaşıp dökülmesiydi. “Ustam seni herkes çok sever, sayar ve güvenirdi. Ama sen kimseyi kırmasan,hep büyüklük yapsan da çoğu adama güvenmezdin. Hatta bazen için için ‘Ya ustamın bu kadar çevresi var, niye işleri de büyütmüyor.’ dediğim, seni hor gördüğüm zamanlar da olmuştur. Bunca acıdan sonra anladım ki sen bu dünyada birkaç tane de olsa gerçek dostlar edinmişsin. Görünürde altın sarrafı olsan da hakikatte bir insan sarrafıymışsın. İşte o dostlarının kıymetini bilip mutlu olmuşsun. Keşke hep senin yanındaki o küçük çırak olarak kalsaydım. Ama nafile, şu koca dünyada senin emanetin Galip Ustadan başka kimsem yok.” dedi. Yine geldiği gibi geri döndü.

Gece saat 00.30 civarında baba ocağında taziyeler kabul edilmiş kalabalık dağılmıştı. Yeniliğini yitirmiş eski denilmeyecek kadar da güzel duran koltuklarda Yakup, abisi Şinasi, Galip Usta ve damatları Bedri oturuyordu. Şinasi, sık sarı saçları eliyle hafif düzeltip mavi mavi bakan gözlerini Yakup’a dikip dudaklarını yine bombanın fitilini ateşlemek için araladı. “Birader! Yarın notere gidelim veraset ilamı çıkartalım, bu evdeki hisseni anneme devret. İflas ettiğini cümle âlem duydu. Payın için buraya da haciz maciz gelir.” Herkes şok oldu. Yakup’un kanı çekilmişti. Galip dayanamadı “Ulan Şinasi! Sen ne biçim yaratıksın? Bu evi babana kim aldı? Abin ile sen okuyacağım dediniz. Baban memur adam, maaşı kuşyemi kadardı, neye yetecek? Bu çocuk haftalıklarını size gönderdi. Siz ne yaptınız? Abin berduş oldu. Bak babasının cenazesinde bile yok. Sen ise tam bir asalak oldun.” Şinasi kızdı, sonra pis pis sırıttı: “Galip Usta, bu aile içi mesele seni ilgilendirmez.” Bu söz sabır taşını çatlatmıştı. Yakup ayağa kalkıp abisinin boğazına çöktü. Yumruğu havada “Sendin, sendin demi lan! Babama olanları anlattın. Oğlun battı diye adamın kalbine indirdin. Baba katili, baba katili!” dedi, bir tane indirdi. Ulan hangi dünya malı babamızı geri getirecek. İkinci yumruğu indirecekken yeğeni havada yakaladı. Başını geri çeviren Yakup yeğeninin mahcup mahcup bakan iki çift gözünü gördü. “Amca, amca sen babama bakma. O ne konuştuğunu bilmeyen aklı kıt.” Şinasi: “Bak hele hayırsız evlat! Benden tarafa olacağına düşmanımdan yanasın.” Genç: “Baba yapma. Kendi ölü evimizde de çıngar çıkartmayı becerdin ya sana söyleyecek söz bulamıyorum.” dedi. Şinasi: “Ulan yine herkes ondan tarafa, bir kere de şu hayatta bana hak verin.” dedi. Odayı terk etti. Gürültüye annesi, kız kardeşi, Yakup’un karısı, oğlu ile diğer akrabalar telaşla geldiler. Annesi ağlamaklı ve acı dolu bir ses tonuyla “Böyle bir günde bu kardeş kavgası nedir?” dedi. Yakup: “Yok anne bir şey.” diyerek ortamı yatıştırmak istedi. Ama Yakup’un karısının yüreğinde birikmiş olan öfke patladı. “Ne olacak? Her zamanki gibi büyükler küçüklük yapıp Yakup’un tepesine binip zulüm ediyor.” dedi.

Yakup’un oğlu babasının yanına kadar geldi. Sonra dokunaklı bir tonda “Baba, baba!” dedikten sonra babasının kucağına yığıldı kaldı. Yakup oğlunu kucakladığı anda duygu denizi bir daha dalgalandı. Bittiğim tükendiğim dediği bir anda insan sevdiği, sevdikleri için savaşma, mücadele etme gücü buluyordu. Önce kolonya ve su ile ayıltmaya çalışsalar da fayda vermedi. Yakup’un karısı feryat ediyordu. “Evladım, taze fidanım kendine gel.” Yakup kucakladığı gibi arabaya giderken Galip Usta peşindeydi. Göztepe Devlet Hastanesine vardılar. Acilde müdahaleler yapıldı. Bir yandan da tetkiklere başlandı. Onlar öylece beklerken, geçen hemşireye Galip Usta “Durum nedir?” dedi. Hemşire: “Sakin olun. Hem çok şanslısınız. Hastanemizin en iyi doktorlarından Serkan Bey ilgileniyor.” Yakup bir an bile kapının önünden ayrılmadan bekledi. Nihayetinde doktor çıktı ve “Hasta yakını siz misiniz?” Yakup: “Ben babasıyım.” Doktor: “Odama gelin” dedi. Yakup, doktorun peşi sıra odaya girdi. Doktor: “Geçmiş olsun.” Yakup: “Sağ olun doktor bey, durumu nedir?” Doktor: “Size birkaç soru soracağım. Çocuğunuzun önceden bazı rahatsızlıkları var mıydı?” Yakup: “Yani en son Avustralya’ya tatile gittik. Orada sık sık halsizim diyordu. Hani hava değişimi, yolculuktan, çok gezmekten dedik.” Doktor: “Şu an tam teşhis koyamadık ama bu sıradan bir yorgunluk, halsizlik veya bayılma değil.” Yakup’un yüreği daha bir hızlı atmaya başladı. Dayanacak gücü nasıl buluyordu artık kendisi bile bilemiyordu. Doktor: “Benim için zor ama içinde akciğer kanserinin de olduğu ihtimalleri değerlendiriyoruz.” Bu cümle bitiğinde Yakup kendisini bir nokta gibi hissetti, varlığıyla yokluğu arasında bir fark yoktu. Sadece dudaklarından şu cümle döküldü “Kanser mi?”

Devamı gelecek ay…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.