Türkiye’de Yaşlı ve Yaşlılık Algısı / Sosyolog ve Uyg. Gerontolog Yrd.Doç.Dr. Şerif Esendemir

51-yaslilik-algisiYaşlılara saygı ve sevgi, hem insanlığın hem kendi kültürümüzün insan unsuruyla ilgili vazgeçilmez ahlaki konularından. İnsani açıdan yaşlılık konusuna nasıl bakmalıyız, kurumsal açıdan neler öngörülüyor, Türkiye bu konuda nerede duruyor? Akademik açıdan bu konuda neredeyiz, neler yapılabilir?

Yaşlısına bile bakamayan bir toplum kavramı üzerinden gidecek olursak bugün hâlihazırda böyle bir durumla karşılaşmamışız; ama eğer ciddi anlamda sosyal politikalar geliştirmezsek ciddi anlamda önlemler almazsak yaşlısına bile bakamayan bir toplum olacağız. Ki Amerika’da 1965’lerde yaşlı nüfus oranı yüzde 5,5 iken, ABD’liler yaşlılara yönelik birtakım akademik birimler kurmuşlardır. Benim de uygulamalı gerontoloji alanından mezun olduğum yerlerden biride Texas’ta. Bugün onların yaşlı nüfus oranı yüzde 13. Eğer onlar bu anlamda önceden bir önlem almamış olsalardı, bugün, yaşlısına bile bakamayan bir toplum olurlardı.

Bugün Türkiye’de çok ciddi anlamda bir tehlike görüyorum, yani yaşlı nüfus oranımız ciddi anlamda artıyor. 1975’lerde yaşlı nüfus oranımız yüzde 4,1 iken, bugün yüzde 8; yani neredeyse yüzde 100’lük bir artış var. Yani 2023 veya 2030’lara geldiğimizde bu, yüzde 10’un üzerine geçecektir ki zaten yüzde 10, uluslararası standartlarda yaşlı toplum, yaşlı ülke çizgisidir.

Yaşlanacağız. Yani eğer ciddi anlamda bir kurumsal bakım, evde bakım veya gündelik bakım modelleri geliştirmezsek, gerçekten ciddi anlamda yaşlısına bile bakamayan bir toplum olacağız ki bugün tehlike sinyalleri var.

İstanbul’da hepimiz Darülaceze kurumunu biliyoruz. Ama ben bu işin içine girdiğimde araştırdım, 80’e yakın yaşlılara bakan kurum var. Bunlar havadan çıkmadı, bunlar bir ihtiyaca binaen ortaya çıktı ve ciddi anlamda tehlike görüyoruz. Ama bizim toplumsal olarak doğru, güzel bir mirasımız var, gururumuz var ve yaşlısına bakan bir toplumuz diye bununla da övünüyoruz. Ama bir rahatsızlığımız, bir hastalığımız var; sıkıntılar olunca da derdimizi söyleyemiyoruz ve gizli bir şekilde, komşunun, akrabanın haberi olmadan, bir şekilde başka formüllerle onları huzurevlerine yönlendiriyoruz. Ama bu bir sorunsa ve gerçekten çare bulamıyorsak, bunu yetkililere de ciddi anlamda anlatmamız lazım ki onlar da bir önlem alsın.

Bizim toplumsal olarak “Biz bunu çözeceğiz, aile olarak biz buna yeteriz.” diye bir yaklaşımımız var. Bu güzel bir şey, güzel bir haslet; ama aile yapımız biliyorsunuz ki bölündü. Geniş aile yapısı vardı, şimdi çekirdek aileye dönüştü. Artık ailede bir kişi çalışmıyor, birden fazla kişi çalışıyor. Bayanların da kamusal alana çıkması, bir anlamda bu bakımı üstlenen bireylerde bir açık ortaya çıkarttı. Hanım da gitti, evde kalan yaşlıya kim bakacak?

Çocuklar için kreş modelleri oluştu, değil mi, kreşe bırakılıyor. Yaşlı için Amerika’da gündelik bakım veya günlük bakım merkezleri var. Nasıl bir bebek kreşe bırakılıyorsa yaşlı da sosyalleşebileceği bir alana sabah bırakılıyor; işten dönünce, aile onu eve alıyor, geceyi birlikte geçiriyorlar, aile bağları çözülmüyor. Böyle bir ara formül var ama bu ara formül Türkiye’de yaygın değil. İstanbul’da bile bir veya iki yerde var, onlar da tam donanımlı yerler değil. Çünkü toplumsal olarak yaşlıların sosyalleşebilecekleri mekânlar üretme konusunda çok büyük eksikliğimiz var.

Şunu önermiştim ben: “Bizim bilgi evlerimiz var, değil mi? Bunlar güzel, gençlerimiz gidiyor, orada bilgisayarlar vs., ödevlerini yapıyorlar. Neden bizim bilge evlerimiz de olmasın? Yaşlının da sosyalleşebileceği veya o çocuklara koçluk edebileceği bir ortam, yeni bir model neden geliştiremiyoruz?” Ben Batı’da şunu gördüm: Kütüphanelerde çalışan insanların profiline baktım; orada genelde hep yaşlı insanlar çalışıyordu ve orada insanlara, hangi kitapları okumaları gerektiği konusunda yardımcı oluyorlardı.

Bir de huzurevi çalışanlarının, gerontolojik dediğimiz yaşlılık bilimi eğitimi almaları gerekiyor. Belki tıp, yani hemşirelik eğitimi var ama bu yetmiyor. Burada gerontolojik eğitim olması gerekiyor. Yaşlıyı, bir insanı, biz sadece biyolojik bir varlık olarak göremeyiz. İnsan sosyal bir varlık, psikolojik bir varlık, ekonomik bir varlık, politik bir varlık, insanın çok çeşitli yönleri var; bütün yönleriyle onları tedavi etmemiz gerekir. Bir insan rahatsız olunca, sadece tıbbî açıdan bakılmamalı.

Yaşlılara “Kıdemli vatandaş” da deniliyor. Bizde Darülaceze, Osmanlı’da başlangıçta “Bâbı Şefkat, Şefkat Kapısı” olarak geçiyor. Bu konudan ve tarihsel fonksiyonlar hikâyesinden bahseder misiniz?

Bu “Kıdemli Vatandaşlık” veya kıdemliler ifadesini, daha önce kullananlar olmuştur; ama bu kavramı özellikle ben kullandım. Çünkü yaşlı demek, yaş, yani “diri” anlamı da var ama toplumdaki karşılığı bu değil. Yaşlı deyince, hayattan el etek çekmiş, hiçbir şeye karışmayan, olumsuz bir anlamı var. “İhtiyar” daha da iyi bir kavram aslında. “İhtiyar” “muhtariyetten” geliyor; yetki sahibi, etkili. “İhtiyar” da bir yere kadar “yaşlı” kavramından daha olumlu. Ama Batı’da da ben bunu gördüm; özellikle bazı insanlar, ayrımcılığa karşı olanlar, yaşlı ayrımcılığına karşı olan insanlar, “Senior Citizens” diye bir şey kullanıyorlar; anlamı “kıdemli vatandaş”. Bunu özellikle kullanıyorlar. “Kıdemli” kavramı benim hoşuma gitti. Çünkü hayatın bilge insanları ve o insanlar bizim bilgelerimiz. Tıp açısından baktığımızda, yaşlılıkta biyoloji zayıflar, insan güçten düşer; ama bilgi, bilgi düzeyi, tecrübe düzeyi, bunlar artar.

Bir de “kıdemli vatandaş” kavramını özellikle kullandım ama baktım ki yaşlı demeyince kimse anlamıyor. Ama bunu yaygınlaştırmak lazım. Bir ara “özürlü” kavramı yerine “engelli” koyduk. Ama bu da sorunlu bir kavram. Otobüslerde “öncelikli” kavramının kullanıldığını görüyoruz, hamile bayanlar için görüyoruz. “Öncelikli” kavramı kulağa daha hoş geliyor. Yaşlılar için de böyle bir şey olması gerekir. Biz daha uygun bir kelimeyi nasıl kullanabiliriz? Bunu da bir tartışmak lazım.

Darülaceze, 1895’te, Sultan II. Abdülhamid -mekânı cennet olsun- tarafından kurulmuş. Rusya ile savaşlar var ve bayağı bir insan sahipsiz kalmış, bakacak kimsesi kalmamış. Gençler savaşta ölmüş ve insanlar sokaklara düşmüş. Böyle olunca İstanbul’da dilencilik olayları başlamış. Osmanlı’da, ne olursa olsun, en zor gününde bile kendi vatandaşına, kendi yurttaşına sahip çıkan bir devlet felsefesi var.

Bir de Darülaceze’den önce, 1832’de biraz gayrimüslimler Batı’yla paralel bir şekilde birtakım çalışmalar yapmışlar, küçük üniteli huzurevleri açmışlar. Sultan II. Abdülhamid en muhteşem huzurevini kurmuş. O zaman tabi huzurevi olarak kurmamış ilk etapta, bütün muhtaç olan insanlar için kurulmuş. Burada engellisi de var, yaşlısı da var, çocuğu da var, Müslüman’ı da var, gayrimüslimi de var… Tabi bunun adı da “Bâb-ı Şefkat” (Şefkat Kapısı). Sonradan Darülaceze, (Âcizler Yurduna) dönüştürmüşler. 1895’li yıllarda Avrupa’da cadı avları vardı. Bizim böyle bir farkımızı da ortaya koymuş. Yani “Bak, siz orada insanları öldürürken, biz burada herkese sahip çıkıyoruz.” demiştir.

Sonra ortalık durulunca, savaşlar bitince, kendi kendine yeten insanlar oradan çıkmış ve zamanla iş bulmuşlar, sadece orada yaşlılar kalmış. Bir de çocuk kısmını özellikle tutmuşlar, bugün de tutuyorlar ki bu bir modeldir, bugün dünyanın geldiği modeldir; yani yaşlıyla çocukların veya gençlerin iletişimini kopartmamak için. Çünkü kuşaklar arası çatışma var. Kuşakların birbirleri ile diyaloğunu muhafaza etmek için, özellikle bugün bile yetimhane diri tutuluyor ki belediyemizin Kayışdağı’nda yaptırmış olduğu yerde bile aynı felsefeyle yaptılar.

Bu, Avrupa’da çok ilgi çekiyor. Avrupalılar, “Biz bunu hiç düşünmemiştik.” diyor. Gelince hayran kalıyorlar. Ben bir sunum yapmıştım Amerika’da, hatta biri rahatsız olmuştu. Çünkü düşün, ben yaşlılık öğrenmek için oraya gitmişim, ama anlattığım model onlarınkinden çok daha insanî bir model. Çünkü onlarınki biraz daha ticarî, biraz daha izoledir. Orada gençlerle iletişim fazla olmuyor, yani kuşaklar arası ilişki sağlayacak bir ortam değil. Tabi ki diğer şartları, imkânları iyidir; ama yaşlıları aileyle bir arada tutacak bir ortam oluşmuyor.

Darülaceze, bizim için, dünyaya örnek gösterebileceğimiz gerçekten çok önemli bir model. Biz bunu maalesef, ancak bayramlarda hatırlayabiliyoruz ve bunu revize edemiyoruz.

Alzheimer hastasının veya Parkinson hastasının, birtakım başka rahatsızlıkları olan insanların veya şeker hastalarının sürekli gözlem altında olmaları gerekiyor. Ev ortamında, Anadolu’dan gelmiş bir bayan bunu nasıl yapacak, eğitimi yok ki… Anne-baba veya gelin, bütün imkânını seferber ediyor; ama bu hastalığın seyrini, bakımını bilmiyorlar. Alzheimer nedir, bilmez ki. Bunlar ancak böyle yerlerde bakılabiliyor veya evde olsa bile, o zaman mobil evde bakım üniteleri lazım. O zaman süreci hızlandırmak lazım. Ayda bir değil de sürekli. Bunu da yapmazsak o zaman mecburiyetten insanlar bakımevlerine düşüyor. Açıkçası kimse kendi arzusuyla oraya gitmiyor. Araştırmalar da bunu gösteriyor.

Hep genç nüfus üzerinde durulur, ama yaşlı nüfus konusu dünyada nasıl değerlendiriliyor? Nüfus politikaları açısından önemi nedir?

Genç nüfus üzerinde durmak bir politika. Özellikle Türkiye’de Cumhuriyet döneminde bir gençlik politikası oluşturulmuş. Osmanlı döneminde böyle bir politikanın izlerine son zamanlarda rastlıyoruz. Cumhuriyet dönemine geldiğimizde, belki de Kurtuluş Savaşında, Çanakkale Savaşında kaybettiğimiz genç nüfustan dolayı, nüfusumuzun artışını sağlamak için biraz da böyle bir gençlik vurgusu olmuş olabilir; ama bu gençlik vurgusu ihtiyarlarımızı es geçmeye yol açmamalı. Ama Amerika’da da böyle olmuş.

Fransız Devriminden önce “Gerontokrasi” diye bir yönetim biçimi var. Gerontokrasi, yaşlıların yönetimi demek; yaşlıların önemsendiği, yaşlıların her alanda güçlü oldukları, etkili oldukları, gençlerin pek önemsenmediği bir aşama. Ondan sonra Fransız Devrimi’yle birlikte bu doku bozuldu ve gençlik ön plana çıktı.

Postmodern çağa, bugünümüze geldiğimizde, yaşlılık algısı bir hastalık olarak görülüyor. “Böyle bir sorundan biz nasıl kurtulabiliriz?” Sosyal gerontoloji: “Yok, bu bir hastalık değil, bunun başka boyutları var. Suçlu olan toplumdur. Bu olumsuzlukları biz giderirsek bunu düzeltebiliriz.” diyor. Biz Türkiye olarak nerede duruyoruz, bu önemli. Ama biz modernizmi her alanda yaşasak bile, çok şükür ki bugüne kadar yine de bir şekilde hürmette kusur etmemiş. Kültürümüz gereği ve dinimiz gereği böyle bir yaklaşımımız var.

Coğrafya-iklim-gerontoloji ilişkisi, beslenme-gerontoloji ilişkisi, kaliteli yaşam süreleri açısından hep söz konusu edilir. Kaliteli yaşamı ve sağlıklı yaşlanmayı etkileyen unsurlar nelerdir? Bir de feminen yaşlılık.

Evet, yaşlıların feminenleşmesi. Tabi ki iklim, mekân, mekân gerontolojisi diye bir alt disiplin var artık. Yaşlılığın mekânla bir ilişkisi var, ortalama ömrün de bir ilişkisi var, sağlıklı olmanın da mutlaka mekânla bir ilişkisini biz bu ilmi okumasak bile görüyoruz. Sosyolojinin kurucusu İbn-i Haldûn, insanın yetiştiği coğrafyanın insan psikolojisi üzerindeki etkisinden ta yıllar önce bahsetmiş.

Bugün geldiğimiz noktada bakıyoruz ki artık sosyal bilimciler de bunu tespit etmeye çalışıyorlar. Mesela, niye Nazilli’de, Giresun’da insanlar daha fazla yaşar? Oradaki iklimsel koşullar, temiz hava, temiz iklim, yedikleri organik gıdalar, bunlar insanların sağlıklı kalmasında büyük bir etken. Hatta bir ara, Uzakdoğu’da bir yerde yeni bir kabile bulmuşlar; bunların dünyayla bir ilişkisi yok, ama çoğu insan 100 yaş üzeri. Oradaki doğal beslenme şartları insanların diri kalmalarında, yıpranmamalarında büyük bir etkiye sahip. Çünkü şöyle bir teori var yaşlılıkta: İnsanlarda iyi hücreler, kötü hücreler var. Buna “Free radicals” diyorlar, yani serbest radikaller. İnsan bünyesinde serbest radikaller var, ama bunlar uyuyan hücreler. Ama insan neyle diridir, neyle ayaktadır; iyi hücrelerle. Sigaradır veya egzoz gazıdır, hava kirliliğidir, bunlar serbest radikalleri harekete geçiriyor. Serbest radikaller harekete geçince de bunlar galebe çalıyorlar ve iyi hücreleri öldürüyorlar, yani organı işgal ediyorlar.

Hava kirliliğinden uzak mekânlarda yaşayan insanlar için böyle bir tehlike yok ve bir de oradaki insanlar daha aktif, insanları hareketsizlik öldürür. Bir Karadeniz’e baktığınızda kadınlar her zaman, yaşlı olsa bile bahçede bir aktivite içerisinde. Başka yerlerde nedir; kahvehane köşelerinde… Orada bir hareket yok. “Nerede hareket, orada bereket.” dendiği gibi, ömürde de bereket vardır. Yani insan eğer hareket ediyorsa gerçekten hareketliyse yaşlılıkta bu çok önemli. Benim hocam vardı Amerika’da, 73 yaşında, hanımı da 72 yaşındaydı. Biz hafta sonları onlarla 5 kilometre yürürdük. Onlara yetişemiyordum.

Diğer kısma gelince, yaşlılığın feminenleşmesi, aslında yaşlılık bir kadın sorunudur. Bunu neden söylüyorum? Kadınlar erkeklerden daha fazla yaşar. Bunun nedenlerini araştırıyorlar. Yaklaşık 3 yaş, 5 yaş fark ediyor. Bu tespit edilmiş. Biz de etrafımıza baktığımız zaman görüyoruz, erkekler daha erken vefat ediyorlar. Tabi bunun bir nedeni de paylaşım. Kadınlar daha çok paylaşımcıdır.

Erkekler paylaşmaz, sıkıntısını paylaşmayı bir zafiyet olarak algılar, içine atar, stres yapar, o serbest radikalleri sürekli hareket ettirir ve bu harap eder beyni, yaşlanmayı hızlandırır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.