Hasta ve Modern İnsan / Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi Başkanı Kemal Özer

Kendinizi tanıtır mısınız, yapmış olduğunuz çalışmalar nelerdir?
İsmim Kemal Özer, Konyalıyım, Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi’nin başkanlığını yapıyorum aynı zamanda gazetecilik yapıyorum. Yayınlanmış üç kitabım var. “Deccal Tabakta, Şeytan Ye Diyor”, “Müslüman’ın Diyeti”, Ekim’de de inşallah yeni bir kitap çıkacak.

Günümüzde özelikle katkı maddeleriyle beraber gerçekten neleri yiyebileceğimiz konusunda sıkıntılar var. Müslümanlığın özelliği olarak ne yediğimizi ne içtiğimizi, nereden geldiğini, nasıl olduğunu sorgulamamız gerekiyor. Bu konuda ne söylemek istersiniz?
Tabi gıda söz konusu olduğu zaman aslında yaşamdan söz ediyoruz, hayattan söz ediyoruz.

İslam alimlerinin hayatlarına baktığımızda, önüne gelen bir yemeğin bırakın helal haramlığını bir buğday tanesinin nereden kimden geldiğine kadar bakıyorlardı…
Tasavvufta zaten, dervişlik mesabesine erişebilmeniz için bugünkü klasik anlamda bir dervişten değil, hal ehli olabilmeniz için gıda ya da kullanılan bir eşyanın yedi safha arkasını görebilme koşulu aranır. Bugün bazıları bunu zorluğu dolayısıyla üçe indirgemiştir ama mevcut insanlar bırakınız arkasını görülebileni bile görmemeye meyilli durumdalar. Özellikle çağımızda bu çok daha yaygın bir hastalıktır. Yaygın olarak Müslümanlar’ın ezici çoğunluğu gıdayı sorgulamadan önüne ne gelirse bunu tüketir haldeler. Yine Müslümanlar’ın helal algısında, helali sadece hayvanın besmele ile kesilmesi olarak algılayan indirgemeci bir yaklaşım vardır. Bu indirgemeci yaklaşımın en önemli problemi kişinin ilmihal bilgisinin eksikliğinden kaynaklanır. İster bir tekkenin şeyhi olsun ister bir cemaatin lideri olsun ister bir fakültenin profesörü olsun, Diyanet İşleri Başkanı olsun, isterse de kamuoyunda sözü dinlenen insanlar olsun, bunların hemen hepsi gıda söz konusu olduğu zaman genellikle çağımızda sosyal problemlerden genellikle habersiz ve meseleyi sadece Kurban Bayramı’nda hayvan kesimine indirgeyen bir anlatıma indirgedikleri için halk da doğal olarak meseleyi sadece hayvan kesimi olarak algılıyor. Oysa mesele bu kadar basit değil. Kur’ân- ı Kerîm bize gıdadan söz ettiği zaman iki kavramı birlikte ya da tek kullandığını görüyoruz, ya “halalen tayyiben” diyerek helal ve temiz olanları tüketin der ya da helali zikretmeksizin “tayyiben” temiz olanları tüketin der. Biz genellikle haramları sayarak temiz vasfının ne olduğunu irdelemez hale gelmişiz. Bu nedenle “tayyib” kelimesinin altını son yüzyılda yazılmış tefsirler mealler ya da bu anlamdaki şarihler de dolduramamışlardır. Dolduramamalarının nedeni meseleyi tek boyuta, fiziki kirliliğe indirgemiş olmaları… Oysa “tayyib” kelimesindeki murat tek başına fiziki bir kirlilikten ziyade Allahu alem çok daha derin bir anlamı var. Başka ayetlerde de bahsedildiği için buradaki maksat zaten helal kazançtan söz etmiyor, helal tüketimden söz ediyor, kazançla tüketimi birbirinden ayırmamız lazım, bazen helal kazanırsınız ama helal tüketemezsiniz, ya da haram kazanıp helal gıdalarla besleniyor olabilirsiniz. Kazancınız haramdır ama eşiniz size temiz gıdalar hazırlıyordur haram kazançla temiz gıda yiyor olabilirsiniz. Bugün Müslümanlar temiz kelimesinin manasını kâmil manada öğrenmedikleri müddetçe helal meselesini ve gıda meselesini çözemezler. Artık bütün İslami çevrelerin, Müslüman kitlelerin temiz kavramından Cenab-ı Hakk’ın ne murat ettiğini, bu çağda ne anlaşılması gerektiğini -çünkü bu her çağda farklı anlaşılabilir- öğrenmesi lazım, bu konuda kafa yormaları, eserler üretmeleri lazım. Belki şunu belirtmekte yarar var, burada kanaatimizce beş tane çıkarımda bulunabiliriz. Birincisi fiziki kirlilik yani Müslümanlar’ın genel olarak anladıkları fiziki kirlilik. İkincisi helal kazanma, üçüncüsü biyolojik kirlilik yani genetik uygulamalar, dördüncüsü kimyasal kirlilik pestisit, elbisit vb. tarımsal kimyasalla gıdaların kirletilmiş olması, beşincisi de gıda işleme anında uygulanan endüstriyel işlemler, pastörizasyon, rafinasyon, nano vb. uygulamaların üretimi şekillendirirken gıdaya verdikleri tahribat, gıdaya yeni bir boyut kazandırma şeklidir. Bugün için bunları zikredebiliriz, yarın bunları artırabiliriz de. Teknolojik gelişmeler sonrasında yarın çok daha ötesini konuşuyor olmamız gerekebilir. İlk iki boyut konusunda Müslümanlar hemfikirdir ve birikimlidir. Ancak biyolojik kirlilik ve kimyasal kirliliği bugün gözlerinizle görme şansınız yok, hatta bazen laboratuvarlar bile yetersiz hale gelir. Bir de gıdanın besin değerini ve fiziki yapısını bozan endüstriyel işlemleri de buna eklediğimiz zaman gıda artık gıda olmaktan çıkar, kimyasal bir senteze dönüşür, kimyasal bir ürüne dönüşür. Bugün başımıza gelen ana problemler ilgi eksikliğinden kaynaklanan algı eksikliği ki, algı ve ilgiyi düzeltmeden bu sorunu da çözme şansımız gözükmüyor.

Gıdalar işlenirken yeni bir kavram girdi hayatımıza. “Nano teknolojisi” tam olarak nedir, burada neden problem var?
Nano hayatımıza yeni giren bir şey, özellikle gıdalar için yeni, ilaç sektöründe çok daha yoğun kullanılan bir teknoloji.

Sanki daha güzel daha iyi gibi zihinsel bir algı oluşturdular.
Zaten her şey için aynısını yaparlar, önce bir zihin kirliliğine yol açarlar, daha doğrusu buna zihin inşası diyebiliriz, önce bir zihin inşası yaparlar. Önce bir kavram üretirler, ürettikleri kavramın altlarını kendileri doldururlar, önce bilincinizi yönetmeye başlarlar, yönetirken de öyle bir sürece gelirsiniz ki söylemleriniz sizi inancınızdan çok farklı mecralara doğru taşır. Nano teknoloji son otuz kırk yıla ait bir teknolojidir, toplumsal ürünlere indirgenmesi çok yenidir, on yılı aşmaz. Özellikle tekstil ürünlerinde nano teknoloji yaygın olarak kullanılır, kirlenmemezlik yıpranmamazlık iddiası o şeyi eşya olmaktan öteye götüren bir anlamla yüklemeye başlar. Nano tekniği ile üretilen ilaçlar tabiatımızı, insan fıtratını bozucu özelliklere sahiptir, özellikle yeni geliştirilen nano aşılar yaşama bambaşka bir boyut katacak. Irak’ta bu ürünler denendi. Şimdi önemli ölçüde nano gıdalar geliyor, hayat aşamasına girmiş durumdalar ama yaygın değiller. İlerleyen süreçte bunlar girdiği zaman mutfakları yok edecek bir seviyeye ilerleyebilir. Yani artık kadınlar mutfakta yemek yapmak yerine herkes tablet tüketerek vitamin mineral verilmesi hedefleniyor ama çok da kolay bir süreç değil. Bu teknolojik yaklaşımlar hayatı kolaylaştırıyor gibi olabilirler ama fıtrat üzerinde nasıl bir tahribat yaptığı çok dikkat edilmesi gereken bir ayrıntı.

Gıdalarda problem genelde nereden kaynaklanıyor, üreticiden mi, üreticiye satan mekanizmadan mı, yoksa işleyip sunandan mı, kimler bu işten rant elde ediyor?
Burada aslında kazanılan paranın hiçbir önemi yok, kimin para kazandığıyla da çok da ilgilenmemek gerekir. Çünkü parayı kazanan kişinin milliyeti dini hiç de önemli değil önemli olan verdiği tahribattır. Bugün gıdadan söz ediyorsak gıdaya hâkim olan unsur siyonizmdir ve arada bizdeki para kazanmış gibi gözükenler de genellikle taşerondurlar. Onların kazandıkları para bütünün içinde çok da anlam ifade etmez, bir kaç milyar dolarlık hacimler çok da anlamlı rakamlar değillerdir, sembolik rakamlardır. Önemli olan gıdanın hangi amaçla kim tarafından kullanıldığıdır. Bugün zaten biz gıdayı kimin ne zaman ne şekilde kullanacağına dair Bakara suresi 168, 172, 205, 211 ve Nisa 119’da bir karşılık buluyoruz:

“Onları mutlaka saptıracağım, mutlaka onları kuruntulara sokacağım ve onlara emredeceğim de (putlara adak için) hayvanların kulaklarını yaracaklar. Yine onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler.” Kim Allah’ı bırakıp da şeytanı dost edinirse, şüphesiz o apaçık bir hüsrana düşmüştür.” (Nisa/119)
Nisa Suresi 119’da belirtilen “Yine onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler.” Şimdi bunu kim yapıyor ve ne amaçla yapıyor, aslolan soru budur. Kim yapıyor, Siyonist ve evangelist bir kitle yapıyor ve bu kitle her ne kadar Musevi ve Hristiyan gözükmekle birlikte aslında ateisttirler, bunlar hem Hristiyanlığı hem de Museviliği siyasi araç olarak kullanırlar. Biz sadece medyanın bize sunmuş olduğu kavramlar üzerinden giderek bunların Hristiyan ya da Yahudi olduğunu söylersek gerçek Hristiyan ve Yahudilere de haksızlık yapmış oluruz. Bunlar Hristiyan ve Yahudi değildir, Hristiyanlığı ve Yahudiliği maske olarak kullanırlar. Bunların temel bir amaçları Mendel’le başlamıştır, en azından gün yüzüne çıkışı Mendel’ledir. Çok daha geriye yönelik mazisi vardır ama 1700’lerin sonunda Mendel fikriyle ortaya çıkmıştır. “Ari ırk” yaratma amacıyla insanları iki şekilde sınıflandırmışlardır; bir “ari ırklar”, diğeri de “sürüler” şeklinde tanımlarlar. Sürüler ari ırklara hizmet için vardırlar ve ariler de onların çobanlarıdır, efendileridir. Sürülerin miktarı Ârilerce belirlenmelidir, sürülerin ihtiyaç kadar olması gerekmektedir, hizmet alanında kullanacakları miktarla sınırlı tutulması istenir. Bunun için de nüfus planlaması, nüfus kontrolü vs. gibi çalışmalarla insan üremesini kontrol altına almaya çalışırlar. Bu konuda gıda en iyi araçlardan bir tanesidir. Zaten bu durumu Henric Sincer “gıda bir silahtır, müzakere çantamızdaki araçlardan birisidir.” cümlesiyle özetler. Yine Henric Sincer “tarım, tarım bakanlarına bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir.” diyor. Bu durumda gıdanın bir silah olduğunu, bu küresel emperyal yapının gıdayı bir silah olarak kullandığını, silah olma vasfının iki boyutla gerçekleştirildiğini görmek lazım. Birinci boyutu kısırlık mühendisliğidir, hem bitkilerde hem istemedikleri hayvanlarda hem de insanlarda kısırlaştırmaya yol açarlar. Bitkilerde transgenic yöntem uygulanır. Hayvanlarda ve insanlarda sperm ve yumurta sayısının azaltılmasıyla ortaya çıkar ki Türkiye’de bugün yeni evli yüz çiftten 30-35’i kısırdır, suni yöntemlerle çocuk sahibi olmaya çalışır ama bunların da maksimum %5’i çocuk sahibi olabilirler, diğerlerinin çocuk sahibi olma şansları da yok. Burada hemen ilaç endüstrisi devreye girer yani gıda, ilaç pazarlaması için bir araçtır ve sağlığınız burada ikinci bir araca dönüşür. İkinci araçta da insanlar çalışmalılar, kazanmalılar ve harcamalılar yoksa birikim yaparlarsa karşılarında başka bir ekonomik gücün doğmasına yol açar. Bunun için birikim yapmamanız ve sürekli tüketen bir toplum olmanız istenir. Tüketmenizde gıdaya harcayacağınız limit bellidir, tekstile harcayacağınız limit bellidir; o zaman öyle limitsiz bir alan bulunmalıdır ki çok harcama yapılsın… O alan da sağlıktır. Sürekli iyilik hali hep yok edilmeye çalışılır ve insanlar biraz sağlıklı biraz hasta ve mevcut modern tıp da hiçbir zaman tedavi edici çözümler üretmez ve üretmesine de izin verilmez, geciktirici ve kontrollü bir iyileşme sağlayıcı bir endüstri halindedir. Endüstridir çünkü sağlık bir endüstriye dönüşmüştür. Hiçbir zaman önleyici hekimlik yani koruyucu hekimlik yaptırılmaz, yapmak bile suçtur, suç kabul ettirilir.

Türkiye’de bile koruyucu hekimlik faaliyeti yasal olarak suçtur. Bu hükümet döneminde yeni yeni aşılmaya çalışıyor, o da kısmî olarak. Bu da Sağlık Bakanlığının gayretinden değil Başbakanın özel direktifinden kaynaklanıyor.
Yoksa o zihniyet yine aynı değil mi?
Zaten modern eğitim kurumlarında okuyarak alternatif bir zihin inşası yapmanız -sadece orada okutarak- mümkün değildir. Orada okutup dışardan beslerseniz değişim mümkündür ama mevcut kurumlardan bu haliyle verimli olmasını bırakın, sağlık hususunda düşman üretmemek mümkün değildir. Kendi kendinize düşman üretirsiniz, kendi sisteminiz kendi insanınıza hatta o kişiyi kendine düşman olarak üretir. Netice itibariyle burada sentetik tüketen bir toplum, sentetik ürünlerle tedavi edilmeye çalışıldığı iddia edilen bir toplum ve olmuyorsa da kesip atılan bir toplum. Yani her gün insanlar ameliyat masasına ulu orta yatırılarak, organları tahrip edilebilmekte, organları alınabilmektedir. Türkiye’de neredeyse ameliyat olmamış insan kalmamıştır, herkesin mutlaka bir yerini kesmişlerdir. Oysa sağlıklı tedavide ilaç son çaredir, ameliyat en son çaredir.

Gıdaların içine katılan bazı maddelerle kişileri agresif yapabiliyorlar mı, kişi dengesiz agresif davranışlar sergileyebiliyor mu, Siyonizm dediğimiz zaman bu da beklenir… Toplum üzerinde bu tip oynamalar da yapılabiliyor mu?
İki ay sonra çıkacak olan kitabım sadece gıda katkı maddelerini anlatıyor. Gıda katkı maddeleri dediğiniz zaman 1000 civarında katkı maddesinden söz ediyoruz demektir. Bu katkı maddelerinin %95’ten fazlası şu ya da bu şekilde toplum sağlığını tehdit eder. Özellikle gıdalardaki renklendirici maddeler toplumda nörolojik problemlere yol açar. Özellikle çocuklarda hiperaktivite başta olmak üzere sinirsel problemler ortaya çıkar. Geçtiğimiz yıl galiba Kurban Bayramı’ndaydı Sağlık Bakanlığı bir açıklama yapmıştı, o açılamada toplumda yetişkinlerin her 10 kişiden 3’ünün psikiyatrik problem yaşadığını, çocuklarda ise bu rakamın daha yüksek olduğunu ifade etmişti. Çocuklarda 5 kişiden 3’ü nörolojik ya da psikiyatrik sorun yaşıyor. Psikopat bir topluma dönüştürülmüş, en ufak bir olayda kavga yapan, en ufak bir olayda cinayet işleyen, en ufak olayda problem oluşturan kavgacı bir topluma dönüştürülürsünüz. Bu da yiyip içtiğimiz şeylerin fizyolojiniz ve ruhunuz üzerindeki etkisidir. Etkiyi sadece fizyolojik olarak ele almamak gerekir, ruhunuz üzerinde yaptığı etkiyi de ele almak gerekir, sonuç itibariyle bir bütündür. İnsanlık için gıda katkı maddelerinin hiçbir yararından söz etmemiz mümkün değildir, en iyisi bile zararlıdır.

Katkı maddesi dediğimiz zaman raf ömrünü uzatmak ve rengini değiştirmek mi anlaşılmalı?
Hayır, burada çok amaç var, tat değiştiriyor, renk değiştiriyor, hacim değiştiriyor, haz artışına yol açıyor, hazza yol açtığı için tüketim artışına yol açıyor ve bununla beraber israfa yol açıyor. Ürünün raf ömrünü uzatma sadece bir bahanedir, raf ömrünü uzatabileceğiniz doğal yöntemler de var ama bu doğal yöntemler genellikle kullanılmaz. Öyle bitkiler vardır ki hiçbir endüstriyel işleme tutmadan bazı ürünlerin içine koyduğunuz zaman koruyucu olarak görev yaparlar, üstelik tat ve koku değişikliğine yol açmadan korurlar ama bunların kullanılması pek istenmez. O yüzden ister dindar olsun ister dindar olmayan olsun, ister Müslüman ister gayrimüslim her üretici kitlesi aynı yöntemlerle aynı araçları kullanarak üretim yaparlar. Bu yüzden de artık Müslüman bir üreticinin ürünüyle gayri Müslim bir üreticinin ürünü arasında hiçbir fark yoktur. Artık sadece üretici kişi kimliğine bakarak ürün hakkında kanaat getirmek ürünü tüketilebilir ya da tüketilemez kılmaz. Artık üreten kişiye değil ürüne bakmak gerekiyor.

Pratik olarak ne yapılabilir, elimizde ne kadar imkân var, kamuoyu oluşturmak için böyle bir sohbet yapıyoruz güzel, ama bunun için mutlaka örgütlü şekilde çalışılmalı ama pratik olarak da yapabileceğimiz şeyler mutlaka vardır. Bu konuda neler önerirsiniz?
İnsanoğlu bütün mesaisini yeryüzünü kirletmeye ayırmış olmasına rağmen yeryüzünün ilahi dizaynı tamamiyle kirlenmeye de müsaade etmiyor. İnsanlar gayret ederlerse Cenab-ı Hakk onlara yiyecekleri her şeyi sunar, sunmaya da devam ediyor.
Burada problem şu ki, sorunu bilip bilmemekten kaynaklanan önlem almama problemi var. Bugün sayısını bilmediğimiz kadar nimet var, Cenab-ı Hakk bunlardan haddi aşmamak ve israf etmemek koşuluyla hepsinden yiyip içmemizi istiyor, aksi halde bizim insanlara şunu yemeyin bunu yemeyin diye bir sınırlama yapmamız doğru değil. Burada temel ilke haddi aşmamak, israf etmemektir. Yiyip içerken de bir sofrada yirmi çeşit, üç çeşit yiyecek bulunması değil de, ilkesel anlamda bir yediğinizi ömrünüzde bir daha yemeyebilirsiniz ama bu kadar çeşit tüketebilirsiniz, netice itibariyle uç bir örnek olarak bu mümkündür, lakin bu hepsini bir anda tüketmeniz sonucunu doğurmaz. Bunu sadece Müslümanlar yapması gerekir demiyorum çünkü bu hem ayrımcı bir yaklaşımdır hem de insanî bir yaklaşım değildir. Bütün insanlar sağlıklı olmayı hak ederler, bütün insanlar helal ve temiz nimetleri yemelidirler. Müslümanlar’ı sağlıklı kılarak, diğer toplumları sağlıksızlaştırarak sorunu çözmeniz mümkün değildir. Ancak bütün insanları sağlıklı kılarak bütün sorunu çözebilirsiniz. Bu yüzden söylemlerimiz ve eylemlerimiz bütün insanlığa yönelik olmak durumunda. Burada çözüm çok basit, beş tane temel ürünü tüketmeyeceğiz. Birincisi, geleneksel tohumdan üretilmiş gıdaları tüketeceğiz, hibrit ya da GDO’lu olan tohumdan üretilmiş gıdaları tüketmemeliyiz, bu mümkün müdür, mümkündür, hâlâ mümkündür. İkincisi, tarım kimyasalı kullanılmamış gıdaları tüketmemiz lazım. Tarım kimyasalının içerisine sadece böcek öldürücüler değil aynı zamanda kimyasal gübreleri de katabiliriz, bunları içeren ürünleri kullanmamamız lazım. Üçüncü aşama, katkı maddesi eklenmemiş ürünleri kullanmamız lazım. Dördüncüsü pastörize, rafine ve nano gibi endüstriyel işlem yapılmamış ürünleri tüketmemiz lazım. Beşinci olarak da artık gıdalara koruyucu olarak, böceklenmesini önlemek, raf ömrünü uzatmak gibi amaçlarla önemli ölçüde radyasyon veriliyor. Radyasyonun teknik adı da ışıl işlemdir, ışıl işlem uygulanmamış ürünler tüketerek ortaya üç sonuç çıkarırız; birincisi sağlığımızı koruruz, iki çevreyi dolayısıyla tabiatı koruruz, üçüncüsü, endüstrinin bu zulmünü teşvik etmez bilakis bu tür nitelikli ürünler üreten alt gelir guruplarını destekleyerek bunların korunmasını, üretilmesini sağlayabiliriz. Herkes bunu küçük ölçekte yapabilir, tek birey bile yapabilir, yeter ki istesin. Bunun çözümü için de mesela beş kişi on kişi bir araya gelebilir, gıda temin kaynaklarını araştırır, helal ve temiz vasfını koruyucu üretim yapan insanlardan ürünlerini daha yüksek bedellere veya normal bedellere satın alarak hem onları hem kendilerini hem de tabiatı korurlar. Daha yüksek bedelle tüketmemiz mümkün değil diyebilirler, mümkündür, daha yüksek bedelle gıda satın almak daha ekonomik tüketmektir. Çünkü sağlığınızın bozulması hiçbir ekonomik değerle ölçülemez. Sağlıkta hesaplanamayacak boyutta bir ekonomik gider söz konusudur, kaldı ki sağlığınızın bozulmasıyla dininizi de kaybedebilirsiniz, çünkü sağlıksız insan namazını bile sağlıklı eda edemez. Bundan dolayı ‘sağlıklı beslenme’ gibi bir derdimiz olsun…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.