Ediz Hun İle Söyleşi

59-ediz-hunYeşilçam’ı bir dönem olarak ele alırsak, siz, o dönemin başaktörlerindensiniz ve o dönemin filmleri hâlâ televizyonlarda sevilerek izleniyor. Yeşilçam dönemiyle ilgili neler söylemek istersiniz?

Yeşilçam denilince, 60’lı yıllardan başlayan bir dönemi ifade ediyoruz ama ondan önceki 50’lerin başından itibaren hızlanan bir Türk sineması var. Özelliği şu Yeşilçam’ın: Bir film titizlikle çekilirdi, en azından 20-25 gün zaman tanınması gerekiyordu, senaryolar belliydi. Senaryolar bizlere verilirdi, bu senaryoları insanlar çalışır, ona göre sete gelirdi. Ama şimdiki gibi sesli çekim yoktu, renkli film de aşağı yukarı 1965’ten sonra devreye girdi.

Şimdiki gibi halojen lambalarla, hafif, taşınması kolay ışıklandırma sistemi yoktu; büyük projektörler kamyonlarla gelirdi. Bir gece sahnesi çekiyorsak, bütün yolun aydınlatılması gerekiyorsa, hava karardığı zaman birkaç saat beklerdik; çünkü aydınlatılacak, oradan oraya ışık, belki yağmur yapılacak, yani bütün bunlar belirli bir zaman gerektiriyordu. Eğer o setteki çalışma gece saat 03.00-04.00’e kadar devam ediyorsa ertesi gün çalışılmazdı.

Bir de çok önemli bir konu var; bugünkü dönemde çok az yönetmenin, yine çok az kameramanın, foto direktörünün titizlikle riayet ettiği bir konu. Siz bir aktörsünüz, sizin yüzünüzün iki tarafı farklıdır; yüzün bir tarafı farklıdır, diğer tarafı farklıdır. Sizi seyirciye tanıtıyoruz, siz bir objesiniz yani sizi canlandırıp en iyi şekilde, en vurucu şekilde aktarmamız lazım seyirciye. Kocaman bir perdede seyrediyorlar, televizyon ekranı gibi değil. Çok özel ışıklar hazırlanırdı. Sizin gözleriniz önemli ise ona göre ışıklar verilir, bakışınız objektife en iyi şekilde sağlanır. Çünkü gözün kayması, gözün beyazı değil; tam ortadan bakmanız lazım kameraya. Yani sizin için en iyi görüntüyü sağlayacak durum hazırlanırdı. Çünkü sinema bir resim sanatı. Filmin de seni etkilemesi için çaba sarf etmen lazım. O resmi de ressamın en iyi şekilde, boyasıyla filan aktarmış olması lazım. Siz bir malzemesiniz; canlı, önemli bir malzeme. Bu malzemeyi en iyi şekilde değerlendirmek lazım.

Bir kere, çok titizlikle ışıklar yapılırdı, gölgeler vesaire; yani sizi en karakteristik şekilde aktarabilmek için çaba sarf edilirdi. Senaryo belliydi, yönetmenler titizlikle çalışırdı. Tabi ki suflör vardı, şimdi de suflör var. Yani insanların hepsi motor gibi ezberleyip takır takır konuşmuyor; hatalar oluyor, tekrar oluyor. Tabi onlar atılıyor sonradan. Seyredenler bilmiyor ama Hollywood’da da öyle. George Clooney, Meryl Streep, o da hata yapabilir; yani insandır, tekler. Dolayısıyla o dönemdeki çalışmalar çok büyük bir titizlikle yapılırdı. Düzgün filmler çekilirdi. Filmlerde ahlaka, edebe riayet edilirdi.

Günümüze döndüğümüz zaman, geçmişten günümüze Türk sinemasında neler değişmiş olarak görüyorsunuz, şimdiki dizilerle ilgili neler söylemek istersiniz?

Film başka, dizi başka. Bir dizinin bir bölümü bir buçuk saatlik bir periyodu kapsadığı için, aşağı yukarı bizim 25 günde çektiğimiz filmi 4 günde çekiyoruz şu anda dizi olarak. Pazartesi sabahı başlıyoruz, perşembe akşamı bitirmemiz lazım. Çünkü cuma günü montaja girecek, cumartesi günü tamamlanacak, pazar sabahı da kanala teslim edilmeli ki hazırlıklar tamamlanmış olsun. Yani şöyle düşünelim lütfen, 25 günde çektiğin bir filmi 4 günde çekiyorsun. Bu nasıl olur? Senarist bir kere gece gündüz çalışıyor. Evvela elinde 4-5 bölümün hikâyesi var; onu senaryolaştırmış da olabilir ama daha sonrası için anormal bir performans göstermesi lazım. Çünkü şimdi artık ezbere çalışılıyor, ezberliyoruz. Ezberlediğimiz zaman bunu aktarıyoruz, belki dublaj yok. Yine seslendirme var, müzik seslendirmesi var; ama onun için de bir gün lazım, ondan sonra montajı için, yani 4 gün çalışma, 2 gün seslendirmeydi, ertesi gün de teslim edeceksiniz kanala. Dolayısıyla çalışmalarda artık sizin böyle karakteristik taraflarınızı göstereceğiz, en yakışıklı şekilde Ediz Hun’u göstereceğiz, böyle bir şeye zaman yok.

Olumlu olarak teknoloji çok ilerlemiş vaziyette. Bu teknolojiyi Türk sineması ve Türk dizi grubu camiası gayet güzel kullanıyor, kullanmasını da çok iyi biliyor. Artı, şimdiki genç oyuncular, benim çalıştığım gördüğüm kadarıyla dörtdörtlük. Mükemmel ezberliyorlar, mükemmel bir oyun sergiliyorlar. Yani oyuncu ekibine lâfım yok hiç; fakat zaman çok hızlı aktığı için, o zamanı rahatlıkla değerlendirme imkânına sahip değil teknoloji. Sizi değerlendiremiyor. Görüntünüz ne olursa olsun, siz sadece o şeyi en iyi şekilde başarmak zorundasınız. Ama kardeşim, bu bir görüntülü sanat, görüntüyü de en iyi şekilde vermen lazım kişilere. Mesela yüz hatlarını yumuşatmak için difüzör kullanılabilir. Yaşlı erkeğin ışığı ayrıdır, gencin ayrıdır. Şu an böyle bir şey yok, buna ayıracak zaman yok zaten.

Sizin döneminiz, Yeşilçam dönemi sinemasıyla bugünkü sinemamızı karşılaştırdığımızda bir de izleyici kitlesi var. Aslında bu, toplumsal değişimimizi de yansıtıyor. Bugünkü izleyiciyle o zamanki seyirci arasında ne gibi farklar görüyorsunuz?

Filmin konusuna göre, filmin tarzına göre, mesela komediyse o zaman daha çok gençler, delikanlılar seyrediyorlar. Tabi komedi anlayışımız çok değişti. Bizim zamanımızda böyle aşırılıklar yoktu; yani espriler mideden aşağı değildi. Bel demiyorum da mideden aşağısı yoktu bizde, bizde durum komedisi vardı. Şimdi ise küfürler de var hatta çok değişik sahneler de var. O sahneler yoktu o zaman, daha ciddiydi. Şimdi daha bir özgür. Ama sonsuz özgürlük diye bir şey yok, sorumlu özgürlük var. Belirli bir cemiyet sorumluluğu var, toplum sorumluluğu var. Bu toplum sorumluluğunu aşamazsınız; aştığınız takdirde, o zaman tenkit edilirsiniz. Belki birtakım tipler sizi çok beğeniyle izler ama tenkidiniz çok fazla olur. Cemiyet hayatında toplumun getirdiği bir sorumluluk var, bu sorumluluğu hepimiz üstlenmemiz lazım.

Tabi ki komedi de zordur ama dram en zorudur. Duyguları aktarmak çok zordur sinemada. Karşı cinsten birisi de olabilir bu, bir dost da olabilir, evladınız da olabilir ama bunu en iyi şekilde vermeniz lazım. Sevgiyi aktarabilmek de bir maharet ister.

Yıllar önce o filmleri çekerken, günümüze geldiğimiz zaman, “Evet, filmler yıllar boyu izlenir, klasikleşir.” diyor muydunuz? Bununla beraber, kalıcı olmak, Ediz Hun olarak kalıcı olmak nasıl oldu veya kalıcı olmak için ne gerekli oluyor?

Kalıcı olmak için, her şeyden önce iyi eserler bırakmış olmanız lazım. Ressamları ele alalım, birçok sanat dalındaki bugün unutulmayan insanları, yazarları ele alalım… Onlar nasıl kaldılarsa, biz de kalabildikse, o şekilde kalmaya gayret sarf ediyoruz. Cemiyet hayatında saygılı olmak, insanları kırmadan mazbut bir hayat yaşamak ve daha önceki zamanlarda çalıştığınız filmler eğer birer eser ise onları en iyi şekilde yapmış olmak başarılı olmak. Mazbut bir hayat yaşaması, özel hayatınızla iş hayatınızın intıbaklı olması lazım.
Toplumsal bir şuur var. Eğer Ediz tanınmış bir insansa, toplumsal şuur, insanlar onun hakkında kararı veriyor onun gıyabında. Değişik bir şuur bu. Dolaşan, insanların hissetmesine imkân sağlayan bir toplumsal şuur bu. Birisine bakıyor, onun filmlerini izlese de izlemese de ya seviyor ya sevmiyor. Sevmesi için birtakım şeyler var, onu hissedebiliyor o, yani bir his. “Kable’l vuku” önsezi derler… O önsezi var toplumumuzda. Sanki atmosferde dolaşan bir duygu aktarımı gibi bir şey bu. Birçok insan birçok insanı sadece gazetelerden tanır ama o adam hayata veda ettiği zaman cenazesi dolar taşar. Bir toplumsal sevgi vardır.

Akademisyen bir kimliğiniz var. Çevreye olan duyarlılığınız, hassasiyetiniz var. Bunları toparlayacak olursak, hem akademisyen kimliğinizle, çalışmalarınızla ilgili hem çevreye olan duyarlılığınızla ilgili neler söylemek istersiniz?

1975’te sinema kötü bir yöne sevk edildi, gayri ahlaki filmler başladı. Eşimi, o zaman 1 yaşında olan kızımı alarak Norveç’e gittim. Norveç’te tekrar üniversiteye başladım, üniversite okudum. 41 yaşında üniversiteyi ikinci olarak bitirdim. Çok başarılı bitirdiğim için teklifler geldi bana “Norveç’te kal” diye. Amerika’dan da teklif geldi. Fakat ben ailemin tek çocuğuyum. Babam 78, annem 76 yaşındaydılar ve tekrar yurda döndüm. O günden sonra, evvela Marmara Üniversitesinde uzun yıllar, aşağı yukarı 1982 başı, 2000 sonu, 19 yıl ders verdim, ondan sonra Bahçeşehir Üniversitesinde ders verdim. Ders vermediğim üniversite kalmadı gibi. Maltepe Üniversitesinde sinema dersi verdim. İstanbul Ticaret Üniversitesinde dersler verdim. En sonunda, 2003’ten itibaren Okan Üniversitesinde kadrolu oldum, şu anda çevre ve ekoloji bilimleri dersi veriyorum. Binlerce talebemiz oluyor tabi. “Yaşat ki Yaşayasın” ve “Çevremiz Geleceğimizdir” diye kitaplarım var.

Bu güzel röportaj için teşekkür ediyoruz…

Ben teşekkür ederim…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.