Çerkesler ve İslamiyet / Mustafa Özsaray

gonul-22-cerkes-islamiyetOsmanlı topraklarına vuku bulan sürgünün 149. yılı münasebetiyle bir kere daha ülkemizin gündemine geldiler. Seslerini bu konuda yeterince bilgi sahibi olmayan Türk ve dünya kamuoyuna duyurmak için çeşitli etkinlikler yaptılar. 21 Mayıs 1864’de gerçekleşen bu sürgün insanlık tarihinin şahit olduğu en trajik sonuçları da beraberinde getirmiştir. Kadim toprakları olan Çerkesya’da, kuzeyden gelen Ruslara karşı 1782-1864 yılları arasında diğer Kafkas halkları ile birlikte destansı savaşlar yaptılarsa da maalesef ülkelerinin işgaline engel olamadılar. İşgal sırasında ve sonrasında uygulanan insan hak ve hürriyetlerine aykırı zalimane muamelelere tabi tutuldular. Sürgün kararı bu muamelelerin en ağırı idi. Gemilerle gerçekleşen bu çetin yolculukta çeşitli zaman dilimlerinde bir ila bir buçuk milyon civarında Kuzey Kafkasyalı tehcire tabi tutuldu. Bu trajik olay sırasında açlık ve bulaşıcı hastalıktan on binlerce sivil insan şehit oldu. Çerkesler sürgün sonrasında Osmanlı topraklarının dört bir tarafına iskân edildiler. İskân genelde yeni köyler kurulması şeklinde gerçekleştiği için yakın zamana kadar kendi içlerine dönük kapalı bir toplum olarak varlıklarını sürdürdüler. Kendi dillerini ve kültürlerini yaşatmak suretiyle Osmanlı’dan günümüze genelde köylerde tarıma dayalı bir hayat geçirdiler. Osmanlı döneminde Ruslara karşı oluşturulan ittifak dolayısıyla ilişki kurulan bazı Çerkes beylerinin ve devşirme saray görevlilerinin yakın çevresinin gerek o dönemde gerekse sürgün sonrasında Türkiye bürokrasisinde etkin oldukları söylenmekte ise de bu diğer etnik unsurlar için de geçerlidir. Hatta bunu gayrimüslim toplum için de rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü Osmanlı Devleti çok kimlikli bir toplumdu. Bu etnik ve dini kimlikler ehliyetleri dikkate alınmak suretiyle toplum içinde vazife alabilme imkânına sahiptiler. Müslim olsun gayrimüslim olsun askeri ve sivil bürokratların amacı etnisitesine değil, devletine ve Osmanlı milletine hizmetti. İstisnai olarak bazı ferdi ve toplumsal hareketler olmuşsa da Osmanlı’yı oluşturan unsurlar, bugün akl-ı selim sahibi insanların arzu ettiği bir arada yaşayabilmeyi başarmıştı. Ancak Osmanlı sonrasında dünyada ortaya çıkan ulus devlet rüzgârından yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti de nasibini aldı ve zaman içerisinde topluma tek bir kimlik dayatıldı. Dinî ve ahlakî değerlerle örf ve adetlere kapalı batıcı, modern ve sadece elitlerin isteklerine dayalı bu tercih, milletimizde bazı rahatsızlıklara sebep oldu. Kendini baskı altında hisseden kesimlerin, uygulamaya konulan aşamalı demokratikleşme süreciyle birlikte başlattığı siyasi ve çeşitli fikri hareketler bastırıldı. Fakat bu süreç köyden kente göçlerin yoğunlaşması ve kentlerde oluşan yeni toplumsal istekler ve beklentiler nedeniyle uzun sürmedi.  Kentlerin Anadolu kökenli yeni sahiplerinin beklentilerindeki farklılaşma, gerek kendi içlerinde gerekse yönetici elit zümreler arasında çatışmaları doğurdu. Fakat kavgayla bir yere varılamayacağı şimdilerde ortaya çıktı. Her kesim artık kavga yerine barışı daha çok istiyor. Günümüzde Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu kardeşlik ve barış ikliminin sağlanması Osmanlı anlayışı ve hoşgörüsünün tesisine bağlıdır. Ancak toplumumuz bu olgunluğa yeni yeni erişmektedir. Zamanla taşlar yerine oturacak ve Türkiyemiz’de yaşayan farklı kimlikler de bu ülkenin her alanda kalkınıp gelişmesi için gayret edeceklerdir. Çünkü bu coğrafya ayrışmayı değil bütünleşmeyi zorunlu kılıyor. Toplumu ayrıştırmak isteyenlerin farklı unsurlara ihanet penceresinden kuşkucu gözlerle bakmaları ve kimi kesimlerin de şiddete dayalı hak arama çabaları gerginliğe yol açmaktan başka bir işe yaramıyor. Artık herkes bunun farkına vardı. Türkiye’de yeni oluşan barış süreci tarihi bir fırsattır. Sürecin başarıyla neticelenmesi için Türkiye’de yaşayan farklı etnik kimliklere sahip vatandaşlar birbirlerini iyi tanıyıp kaynaşmak mecburiyetindedirler. Zaten yeni gençlik, dünyada esen bilişim rüzgârının tesiriyle bu gerçeği çoktan fark etti bile. İnternet ve sosyal medya ortamında yeni bir dünyanın temellerini atıyorlar. Sorun, geleceği iyi okuyamayan eskide kalmış totaliter ve dayatmacı ideolojik saplantılarla hareket eden insanlarda. Gelecekte mutlu bir ülkede yaşamak istiyorsak İslamiyet’in birleştiriciliğinin farkında olmalıyız. Tek bir kimliğin değil milletimizi oluşturan her unsurun dili, tarihi, örf ve adetleri önemsenmelidir. Bu konulara ciddi kaynak aktarılarak uzmanların yetiştirilmesi gereklidir. Batılılar bu tarz çalışmaları yüzyıllar önce tamamlamışlardır. Dünyada hâkim güç olmalarının bir sebebi de budur. Bu sayede diğer milletlere karşı bilimsel üstünlük de sağlamışlardır. Hiç kuşku yok ki Çerkesler de bu milletin önemli bir parçasıdır. Ancak literatürümüzde haklarında henüz yeterli bilgi mevcut değildir. Günümüzde bazı önemli araştırmalar ve doyurucu kitaplar çıksa da birçoğunda birbirine benzer konular işlenmektedir. Bir örnek verecek olursak durumun vahameti ortaya çıkar. Neredeyse tamamına yakını Müslüman olan bu milletin dinî tarihi konusunda araştırma yapmak istediğim zaman bir tane bile bilimsel makale bulamadım. Oysa Kuzey Kafkas halklarının ta Hz. Ömer dönemine uzanan İslamiyet’le tanışıklığı var. Altınordu Devleti zamanından beri Türklerle iç içe ve çoğunlukla müttefikler. Bu kadar tarih fakülteleri var, enstitüler var, doğru düzgün bir çalışma şimdiye kadar yapılamaz mıydı? Çerkeslerin dinî tarihi konusunda yaptığım araştırma sırasında gördüm ki Türkiye henüz kendini oluşturan unsurların tarihinden bihaber. Bu anlayışla büyük devlet olunabilir mi? Anadolu’daki ölü mitolojik geçmiş üzerine binlerce bilimsel çalışma varken, hayatiyetini sürdüren unsurların tarihi ve kültürü üzerinde ülkemizde şimdiye kadar nerdeyse hiç çalışma yapılmamış. Bu kabul edilebilir mi? Oysa Osmanlı’nın devamı olan Türkiye’de bu zenginlik bir fırsat olarak görülebilir ve buna uygun çözümler zamanında geliştirilebilirdi. Çok şükür bugünlerde bu eksiklik fark edildi ve bu toplumlara dair bilgilenme ihtiyacı kabul edildi. Bu meyanda önemli adımlar atılmakta ve bu zengin kültürel miras üzerinde akademik çalışmalar yapılmaktadır. Yüzlerce yıldır var olan kardeşliğin daha da pekişmesi için bu çalışmalar mutlak surette yararlı olacaktır. Bu tarz çalışmalara öncülük etmek adına 1998 yılında yüksek lisans tezi olarak zor bir konuyu ele alıp “Adigelerin Eski Dinleri ve İslamiyet’in Kuzey Kafkasya’ya Girişi” adlı tezi hazırladım. Allah’a şükür güzel bir çalışma oldu. İz Yayıncılık bu tezi 2012 yılında “Çerkeslerin İslamlaşması” adıyla basarak literatürümüze kazandırdı. Eserle ilgili güzel tepkiler aldım. Demek ki bu konuda büyük bir boşluk varmış. Daha güzel çalışmalar yapılmasını temenni ediyorum. Konu buraya gelmişken Çerkeslerin ne kendileri ne de başkaları tarafından pek de iyi bilinmeyen dinî geçmişi üzerine birkaç söz etmek yararlı olacaktır. Çerkesler tarih boyunca atalarından miras eski inançlarıyla yaşarlarken Hristiyanlık ve Müslümanlıkla karşılaşmışlardır. Çerkeslerin eski geleneksel dinleri üç ana grupta incelenebilir: Birincisi inançlar, ikincisi ibadet (ayin, bayram ve törenler), üçüncüsü ahlak (khabze)’dir. Bunların dışında büyü, sihir, tılsım, fal vb. batıl itikatlar ve tabiattaki çeşitli varlıklarla ilgili kültleri (dağ, ağaç, su, ateş vb.) sayabiliriz. Eski Çerkes inançlarından en önemlisi hiç şüphesiz bütün dinlerde görülen Yüce Tanrı inancıdır. Çerkesler tanrıya, “Tha” ismini verirler. Tha, kâinatın yaratıcısı olup bütün mukadderat onun tasarrufundadır. O, aynı zamanda kullarına acıyan, bağışlayan, merhamet eden, sağlık veren ve cezalandırandır. Tha’ya yüklenen bu sıfatlar insanlığın ilk dini olan fıtrat inancının (tevhid) izlerini taşır. Eski Çerkes inançları arasında peygamber, kitap, melek kavramlarını çağrıştıran motiflere rastlanmaktadır. Eski Çerkesler ibadete büyük önem verirlerdi. Çerkes ibadetleri, dans ve müzik eşliğinde birtakım figürler icra edilerek, mabet olarak kullanılan kutsal korularda yapılırdı. İbadeti Thamade (Tanrı adamı) yönetirdi. Diğer dinlerde görülen oruç, kurban, dua, dinî şarkılar ve benzeri ibadetler eski Çerkesler’de de mevcuttu. Doğum ve ölüme çok önem verilir, bu iki olayla ilgili yapılan törenler en önemli dinî görevlerden sayılırdı. Çerkesler’de görülen bu inançlar bize, dinlerin ilk kaynağının ilahî olduğu ve insanların tek tanrı inancından, çok tanrı inancına sonradan geçtikleri şeklindeki dinler tarihçilerinin araştırmalarıyla ortaya koydukları tezin doğruluğunu ispatlamaktadır. Çünkü eski Çerkes inançlarında Tha, merkezî bir konumdadır ve herşeyin yaratıcısıdır. Çerkesler dinin ahlak boyutuna da önem vererek Çerkesliği insanlıkla bir tutarlardı. Birisi yanlış ve hatalı bir iş yaptığında “Çerkes değil misin?” anlamında “Vı Adığeba?” derlerdi. Ahlakî esaslar, ferdî ve sosyal hayatın tamamını düzenleyen kurallar bütünü olarak tarif edebileceğimiz Khabze’nin içinde ilk sırada yer alır ve Khabze kutsal sayılarak ona uymayanlar toplum içinde saygın bir yeri olan Thamadeler tarafından cezalandırılırdı. İslamlaşma döneminden önce Kuzey Kafkasya’da Hristiyanlık görülse de hiçbir zaman başarılı olamamıştır. Bugün Abhazlar ve Osetler’in bir kısmı ile Mezdok bölgesi Kaberdeyleri hariç, Kuzey Kafkasya’nın tamamı Müslüman’dır. İslamiyet Kuzey Kafkasya’ya ilk olarak Hz. Ömer (ra) döneminde İran’ın fethinden sonra Dağıstan bölgesine girmiştir. Hicri VII. yüzyılda Kuzey Kafkasya’ya gelen İslam orduları, Hazarlarla uzun yıllar süren savaşlar yapmak zorunda kalmışlardır. Bu dönem içinde Dağıstan ve Çeçenistan bölgeleri ve Orta Kafkaslar’da Kaberdey ve Besleneylerin bir kısmı İslamiyet’i kabul etmeye başlamışlardır. Araplar’ın X. yüzyılda bölgeden çekilmelerinden sonra Müslümanlaşma Selçuklularla birlikte hız kazanmış, Memlüklüler-Altınordu ilişkileri ile bölgenin tamamına yayılmış ve Osmanlıların katkısıyla tamamlanmıştır. İslamiyet Kafkasya’nın batısına, doğu ve orta kısımlarına göre biraz daha geç tarihlerde girebilmiştir. Her ne kadar Arapların bu bölgede de faaliyette bulunduklarına dair bazı ipuçları olsa da İslamlaşma XIII. yüzyılda Kırımlılar ve daha sonraki yüzyıllarda Osmanlıların çalışmaları ile gerçekleşmiş ve XVIII. yüzyılın sonlarında tamamlanabilmiştir. Bu bölgedeki daha önceden Müslüman olan Kaberdey ve Besni eyaletleri dışında kalan kısımlar, her ne kadar İslam’dan haberdar olmuş iseler de Ferah Ali Paşa’nın başarılı çalışmalarıyla İslamiyet’i gönülden benimsemişlerdir. Hasan Paşa’nın 1810 yılında tüm Çerkes kabilelerinden aldığı ahitnameler ile İslam dini Kuzey Kafkasya’nın resmî dini haline gelmiştir. XVIII. yüzyılın sonlarında İslamlaşmasını tamamlayan Kuzey Kafkasya, böylece Ruslar’a karşı verdikleri bağımsızlık mücadelesini kaybettiği 1864 yılına kadar şer’î esaslarla yönetilmiştir.
Bu arada Kuzey Kafkasya’da etkili olan tasavvufî harekete dair bir iki cümle etmek gerekir. Bilindiği üzere İmam Mansur XIX. yüzyılın başlarında Müridizm olarak ortaya çıkan hareketin temellerini atmıştı. Artık bundan sonra Kuzey Kafkasya’da İslamiyet, Ruslara karşı XIX. yüzyılın ortalarına kadar süren bağımsızlık savaşlarının dinamiklerinden birisini oluşturacaktır. Şeyh Mansur’la başlayıp İmam Gazi Muhammed ve İmam Hamzat ile devam eden gazavat hareketi, zirvesine İmam Şamil ile çıkmıştır. XVIII. yüzyılın sonlarına doğru bir yandan Osmanlı’nın çalışmaları, öte yandan Müridizm hareketinin önderi Şeyh Mansur’un çabaları sonrası Kuzey Kafkasya’da İslamiyet genel kabul görmüştü. Bu hizmet içinde İmam Şamil’in nâibleri vasıtasıyla tüm Kafkasya’ya yönelik İslam birliğine dayanan direniş hareketi kayda değer başarı kazanmıştır. Nakşibendi şeyhlerinin büyüklerinden Mevlana Halid el Bağdadî’nin halifelerinden Şeyh İsmail Şirvanî’den icazet alan Şeyh Molla Fevzi ve Şeyh Şamil’in İslam’ın yükselmesi için gayret ettiklerini görüyoruz. Ayrıca Şeyh Mevlana Halid el Bağdadî’nin, Tatarların arasına ve hatta Sibirya’ya kadar Rusya’nın en ücra yerlerine halifelerini gönderdiği bilinmektedir. İslamiyet’in Kuzey Kafkaslılar tarafından kabul edilmesinin en önemli sebebi hiç kuşkusuz Kafkas insanının karakteri ile İslamiyet’in esaslarının uyuşması idi. İslamiyet’in, dünyanın en çok etnik unsurunun bir arada yaşadığı Kuzey Kafkasya’da yerleşmesi, bazı önemli sonuçları da beraberinde getirmiştir. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz: 1-Halk, Hristiyanlıkla karışmış çok tanrılı eski dinlerinden ayrılıp en son din olan İslam’la şereflenmiştir. 2-Kuzey Kafkas halklarının etnik mozayiği İslam kardeşliği çerçevesinde pekişmiştir. 3-İslam coğrafyası, son derece jeopolitik ve jeostratejik önemi olan bir ülke kazanmıştır. 4-Yüzyıllar boyunca Ruslar’a karşı verdikleri bağımsızlık savaşlarına İslamiyet yeni bir ivme kazandırmış ve sıcak denizlere inme politikasını uygulamada Ruslar’ı yorgun düşürerek İslam dünyasının kuzey cephesinden parçalanıp dağılmasına engel olmuşlardır. Rusya’daki yeniden yapılanma dönemi ile birlikte Çerkesler arasında İslamiyet tekrar canlanmıştır. Bu dirilişin kalıcı olması için ilmî çalışmalarla desteklenmesi şarttır. O halde Kafkasya’nın İslam medeniyeti coğrafyasının bir parçası olarak kalmasını sağlamak için; İslam ülkelerindeki gerek resmî gerekse özel dinî ilimler ve ilahiyat fakülteleri ile din işleri teşkilatlarının ve sivil toplum kuruluşlarının bölgedeki dinî kurumlarla işbirliğini hızlandırmaları ve Kur’an ve Sünnet’e uygun olarak doğru bir dinî hayatın tesisi ve uygulanması için kültür ve eğitim hizmetlerine destek vermeleri hayati derecede önemlidir.

Yayınlanmış Eserleri:
1. Enîsü’t Tâlibîn ve Uddetü’s-Salikîn (Gönüller Nakkaşı Şah-ı Nakşibend) -Osmanlıca, Matbu, Bayezid nüshası Sadeleştirme-İz Yayınları, İst. 2003
2. Osmanlı Belgelerinde Kafkasya (Savaş ve Sürgün) -Osmanlı Arşivi Yazma Belgeler- Kafkas Vakfı Yayınları, İst. 2011
3. Çerkeslerin İslamlaşması, – Telif-İz Yayınları, İst. 20125. Ahvâl-i Anapa ve Çerkes (Anapa ve Çerkesya Hatıraları) –Osmanlıca, Yazma, Sadeleştirme, Topkapı nüshası- Kafkas Vakfı Yayınları, İst. 2012

 

ÇERKESLER NEDEN SOÇİ’YE HAYIR DİYOR?

Ümit DUMAN/ İSTANBUL KAFKAS KÜLTÜR DERNEĞİ YÖNETİM KURULU BAŞKANI

2007 yılında Dünya Olimpiyat Komitesi kış olimpiyatlarının yapılması için başvuruları değerlendirip aday kentlerden Soçi’yi seçmişti. Öncelikle Olimpiyat oyunlarının yapılacağı yer ile ilgili, kriter olan sözleşmenin 6. Maddesi için de gerekli ciddi araştırma yapılmamış, konuyla ilgili komiteye gelen uyarılar dikkate alınmamıştır. Olimpiyatların ve genel spor anlayışının ruhuna aykırı olarak, ilgili bölgenin tarihinde, topraklarında insanlık suçunun işlenmemiş olması, herhangi bir kuşku veya iddianın olmaması gerekirken; Dünya Olimpiyat Komitesi Soçi ile ilgili iddialara kulak asmamıştır. Dünya Olimpiyat Komitesi’nin benzer sorunlarla ilgili geçmişinde de sicili pek temiz değildir. Güçlü kulis yapabilen ülkelerin politikalarına uygun kararlar aldığı bilinmektedir. Komitenin hatalarını düzeltme yerine tekrar etmesi ve bu konuda kararlılık göstermesi, D.O.K’nin itibarını ve ruhunu zedelemiştir.
SOÇİ ve ÇERKESLER
Soçi, 297 yıl süren RUS-KAFKAS savaşlarında, savaşların son dönemlerinde Batı Çerkesya’nın başkenti idi. Soçi hem Adigelerin hem de Abhazların tarihinde önemli yeri olan bir kent idi. Denize kıyısı olması nedeniyle de ticari ve diplomatik ilişkilerde bir geçiş noktasıydı. Savaşların sonunda da Çerkesler için kesin yenilginin ve Çarlık Rusyası için de kesin zaferin elde edildiği yer olan kabaade yaylası-vadisinin (Rusça krasnaya polyana) içinde olduğu bölgedir. Bu olayı sembolize eden tarih de 21 Mayıs 1864’tür.
Yüzyıllarca süren savaşlarda yüz binlerce insanımız öldürülmüş, köylerimiz, ekinlerimiz, topraklarımız yakılıp yıkılmış, talan edilmiştir. Köy ve yerleşim yerlerimizde çocuklar, kadınlar ve yaşlılarımız, evleri ve yurtlarıyla birlikte yakılarak öldürülmüştür. Anavatanlarından sürülen insanlarımızın üçte biri yollarda, denizlerde hastalık ve açlıktan yok olmuştur. Bu insanlık dramının sembolü Soçi’dir. Savaşlardan birkaç yıl sonra Soçi’yi gezen Batılıların toplu mezarlar gördükleri yazılmıştır. Aynı toplu mezar ve kemik yığınlarına Olimpiyat tesisleri inşaatlarında rastlanmış ama konunun üstü örtülerek inşaatlara devam edilmiştir.
Çerkesler, dedelerinin mezarları üzerinde oynanmasını istememekte, Soçi’nin soykırımın yeri olduğunu unutmamakta ve unutturmamakta kararlıdırlar…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.