Anne Babalar Çocuklarıyla Niçin Anlaşamaz ? / Pedagog Ali Çankırılı

Anne-Babaları, eğitim anlayışlarına göre, üç grupta toplayabiliriz:

1- Kazananlar,

2- Kaybedenler,

3- Arada Kalanlar.

Kazananlar

Kazananlar grubu, çocuğun üzerinde güç ve otoritelerini kullanarak her konuda haklı olduklarını savunur. Kurallar ve sınırlar koymaya, kısıtlamaya, emir vermeye alışıktırlar; çocukların da bunlara uymak zorunda olduğuna inanırlar. Uymadıklarında ise sevgilerini esirgeyerek, baskı yaparak, haklarını kısıtlayarak, ceza vererek onları hizaya getirmeye çalışırlar. Aralarında bir anlaşmazlık ve çatışma çıktığında, daima kazanan taraf kendileri olacak şekilde çözüm üretirler. Tutumlarını savunurken de şöyle derler: “Çocuklar kendileri için neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilmezler. Çocukların iyiliği için anne-babaların otoritelerini kullanma hakları vardır.”

Kaybedenler

Kaybedenler grubundaki anne babalar, çocuğun her isteğini yerine getirir, gereğinden fazla özgürlük tanır, sınır ve kural koymaktan kaçınırlar. Bunu yaparken, baskıcı ve otoriter eğitimin ruh sağlığına aykırı olduğunu söylerler. Çocukların isteklerinin yerine getirilmesi gerektiğine inandıkları için istek/gereklilik dengesinde, sürekli istek tarafını seçer ve dengeyi kaybederler.

Arada Kalanlar

Bu iki grubun arasında kalan üçüncü grup, en kalabalık olanıdır. ‘Otoriterlik’ ve ‘serbestlik’ yöntemlerinden hangisini uygulayacaklarına karar veremez, duruma göre sert veya yumuşak davranışlar arasında gidip gelirler.

Bir keresinde ‘arada kalanlar’ grubundan olduğunu düşündüğüm bir baba, danışmak için geldiğinde üzüntüsünü şöyle dile getirmişti: “Bizim gibi sıkıntı çekmesinler diye çocuklarımın her istediğini karşılamaya çalıştım. Ancak aldıklarımı beğenmez, kaprisli, şımarık, laftan anlamaz tipler oldular. Ben de babalık otoritemi kullanmaya mecbur kaldım. Fakat bu da bir işe yaramadı. Aramız iyice açıldı. Ben de çocuklar da dengemizi kaybettik. Ne yapacağımı şaşırdım.”

İşte, yukarıda özelliklerini verdiğimiz üç yaklaşımda da aileler çocuklarını eğitirken hatalı tutum ve davranışlar sergiledikleri için, niyet ve beklentilerinin tam tersi sonuçlar almaktadırlar.

Bu hatalı tutum ve davranışlar arasında özellikle iletişim ile ilgili olanları önem arz etmektedir. Çocukla kurulan yanlış iletişim ve iletişim sırasındaki hatalar ciddi sonuçlara yol açmaktadır. Anne babaların en sık yaptıkları iletişim hataları şunlardır:

“Emir vermek, gözdağı vermek, ahlak dersi vermek, öğüt vermek, mantıklı düşünceler teklif etmek, suçlamak, övmek, yorumlamak, güven ve cesaret vermek, sınamak, oyalamak ve konuyu saptırmaktır.”

Anne babasından yakınan bir öğrencim, farkında olmadan sözünü ettiğimiz hatalı iletişim yollarını şöyle dile getirmişti: “Artık sorunlarımı ailemle konuşmuyorum. Bana hep çocuk muamelesi yapıyorlar. Beni ciddiye almıyorlar. Beni dinlemiyorlar. Onlara sınavımın iyi geçmediğini söylediğimde bana kızıyorlar. Ne yapsam suç! Durmadan nasihat ediyorlar. Kendimi savunmaya izin vermiyorlar. Aptalca şeyler düşündüğümü söylüyorlar.” Sanırım, bu sözler çocuklarıyla iletişimde ailelerin ne derece hatalar yaptıklarını belgeler niteliktedir.

Kabul Dili

Çocuklar canlarını sıkan şeyleri anne babaları ile neden konuşmak istemezler? Neden çocuklarıyla yakın ve üretken bir ilişki sürdürebilen anne babaların sayısı çok azdır?

Şimdi, bu soruların altında yatan sorunlara çare olacak bir anahtar kavram olarak, kabul dilinden bahsetmek istiyorum.

Son yıllarda yapılan araştırmalar etkili ve yararlı bir ilişki için sahip olmamız gereken önemli becerilerden birinin ‘kabul dili’ olduğunu gösteriyor. Çocuğumuzu olduğu gibi kabul etmek; bize bir şey anlattığı sırada akıl vermeden, yargılamadan, eleştirmeden dikkatlice dinlemek ve onu dinlediğimizi söz ve davranışlarımızla geri iletiler göndermek suretiyle belli etmek çocuğumuzla ilişkimizin olumlu seyretmesi açısından çok önemlidir. Bu da ancak kabul dilini kullanmakla mümkündür.

Kabul dilini kullandığımızda, çocuğun kendi problemini ve bu problem karşısında hissettiği duyguları açıkça dile getirmesine ve böylece problemle yüzleşerek onun üstesinden gelmesine yardım etmiş oluruz.

Örneğin, dilerseniz bir an çocuğunuzun hastalandığı için okula gelemeyen bir arkadaşına özendiğini ve bunu dile getirdiğini düşünelim: “Ne olurdu, ben de Hatice gibi hastalanıp okula gitmek zorunda kalmasaydım.”

Çocuğunuzdan bu sözleri duyunca, çoğu anne baba gibi, ilk anda okulu sevmediğini, okula gitmek istemediğini düşünürdünüz değil mi? Peki, buna tepkiniz ne olurdu? Yine çoğu anne baba gibi, muhtemelen, her çocuğun okula gitmek zorunda olduğunu, hastalanmanın çare olmadığını, onu derslerinden geri bırakacağını ve başarısını etkileyeceğini söyleyerek hastalık özentisinden vazgeçirmeye çalışırdınız. Maalesef, size çok mantıklı gözüken bu yaklaşımınız, hem kabul diline hem de etkili dinleme yöntemine aykırı olduğu için çocuğun problemini çözmeyecektir.

Bir kere, daha baştan çocuğunuzun okulu sevmediğini düşünerek ‘tipik on iki iletişim hatası’ndan biri olan ‘yorumlama, analiz etme ve teşhis koyma’ hatasını yapmış oldunuz. Her çocuğun okula gitmek zorunda olduğunu söyleyerek, ikinci iletişim hatası olan ‘emir verme ve yönlendirme’yi kullandınız. Hastalanmanın çare olmadığını söyleyerek de bir başka iletişim hatasını yani ‘nasihat etme ve ahlâk dersi verme’yi kullandınız. Derslerinden geri kalacağını ve başarısız duruma düşeceğini söyleyerek ise ‘öğretme ve mantıklı düşünceler teklif etme’ hatasını yaptınız.

Şimdi, aynı olayın içine kabul dilini ve etkin dinlemeyi bilen bir baba monte edelim. Çocukla baba arasında geçen diyalog, muhtemelen şöyle olurdu:

Çocuk: “Ne olurdu, ben de Hatice gibi hastalanıp okula gitmek zorunda kalmasaydım.”

Baba: “Hatice’ye özeniyorsun.”

Çocuk: “O hasta olduğu için okula gitmiyor. Ben her gün gitmek zorundayım.”

Baba: “Arada bir okula gitmek istemiyorsun.”

Çocuk: “Evet. Özellikle İngilizce dersi olduğu gün.”

Baba: “İngilizce dersini sevmiyorsun.”

Çocuk: “Aslında İngilizce dersini değil de…”

Baba: “İngilizce öğretmenini sevmiyorsun.”

Çocuk: “Bir kelimeyi yanlış söylediğim zaman beni taklit edip alay ediyor. Bütün sınıf bana gülüyor. Ondan nefret ediyorum. Birkaç gözde öğrencisi var, okuma parçalarını hep onlara okutturuyor.”

Bu örnekte, babanın etkin dinleme yapması ve iletişimdeki tipik on iki hatadan uzak durması, baba ile çocuk arasında sağlıklı bir ilişki ve iletişim kurulmasına izin verdiği gibi, çocuğun hem duygularını açığa vurmasına hem de asıl sorununun gün yüzüne çıkmasına zemin hazırlamıştır. Gerçek problemin okul korkusu değil, İngilizce öğretmeni olduğu anlaşılmıştır.

Kabul Dilinin Etkisi

Çocuğun kabul edilmesi çok önemlidir. Herhangi bir ilişkide kabul edilen çocuk, kişiliğini ve istidatlarını olumlu yönde geliştirme fırsatı bulur. Fakat ne yazık ki, anne babaların çoğu çocuklarını büyütürken geleneğin yanlış yorumlarına uyarak, kabul dili yerine ‘kabulsüzlük dili’ kullanırlar. Ve bol bol ‘hayır’ kelimesini telaffuz ederler:

“Hayır, dersini bitirmeden dışarı çıkamazsın!”

“Hayır, Taner’le arkadaşlık yapmanı istemiyorum!”

“Hayır, tabağındaki yemeği bitirmeden sofradan kalkmayacaksın!”

“Hayır, yeterince çalışmıyorsun!”

“Hayır, bu saatte tek başına sokağa çıkmana izin veremem!..”

İletişimin tipik on iki hatası içinde yer alan özellikle eleştirme, yargılama, öğüt verme, uyarma ve emir verme, çocukta olumsuz duygular uyandırdığı için doğrudan ‘kabulsüzlük’ anlamı taşırlar.

Kabul dilinin kullanılması, çocukta çok güzel meyveler verir. Çocuklar etkin bir şekilde dinlenerek kabul edildiğinde, en başta yapıcı ve olumlu bir havada nasıl konuşulacağını öğrenirler. Kabul dili sayesinde, çocuklar kendilerini iyi hisseder, konuşmaya cesaret eder, duygularını daha rahat açıklar, benlik kaygılarından uzaklaşırlar ve en önemlisi, kendilerine olan güvenleri artar. Ne var ki çoğu anne-baba, farkında olmadan yukarıda örneklerini verdiğimiz ‘kabulsüzlük dili’ ya da ‘hayır dili’ni kullanırlar. Bu tür konuşmalar ise çocuklarda yetersizlik ve suçluluk hissi uyandırır, duygularının açıkça dile getirmelerini engeller, sosyal fobi geliştirmelerine neden olur. Unutmamalı ki, gerçek sevginin gereği de çocukları olduğu gibi kabul etmektir…

Kabul dilinin en önemli boyutlarından biri, paylaşmaktır. İnsanı mutlu eden, dertlerini azaltan, varlığını çoğaltan paylaşma eylemi, kabul dilinden; bir başka ifadeyle, karşımızdaki kişiyi öncelikle kabul etmekten geçer. Hiç düşündünüz mü, neden bazı insanlarla beraber olmak bize sıkıntı verir? Bu soruma bir genç, şöyle cevap vermişti: “Çünkü onlarla paylaşacak fazla şeyimiz yoktur.”

Genç, doğru söylüyordu. Herhangi birisinin tipimizi, davranışlarımızı ve görüşlerimizi beğenmediğini, yani bizi olduğumuz gibi kabul etmediğini hissettiğimiz zaman, onunla birlikte olmak istemeyiz.

Şimdi sorumuzu bir de pozitif yönde soralım: “Neden bazı insanlarla beraber olmaktan zevk alırız? Neden çekinmeden onlara sırrımızı açabilir, içimizi dökebiliriz?” Çünkü bizi olduğumuz gibi kabul eder, değiştirmeye çalışmazlar. İyi bir dinleyicidirler. Bizi dinlerken akıl vermeye kalkmaz, eleştirmez, suçlamazlar. Onlarla konuştuktan sonra kendimizi rahatlamış hissederiz. Psikologların da en başta gelen özelliği, etkin dinlemeyi bilmeleri, yani iyi bir dinleyici olmalarıdır.

Yanlış Davranışlar da Kabul Edilmeli mi?

Bütün bu anlatılanlardan sonra anne-babaların aklına, “Çocukların yanlış davranışları karşısında ne yapacağız? Kabul diline bunlar da dâhil mi?” şeklinde bir soru gelebilir. İnsanlar yeni bir rol üstlenip anne baba olunca, nedense insan olduklarını unutur, tuhaflaşırlar. Bu tuhaflaşmayı anne baba olmanın getirdiği bir sorumluluk zannederler. Anne ve babanın da her insan gibi duyguları, kusurları ve eksikleri olabileceğini unuturlar. Duyguları ne olursa olsun, bunları ifade etmede kendilerini özgür hissetmezler. İyi bir anne baba olmak için kızgınlıklarını, hatalarını, bilgisizliklerini gizleme gereği duyarlar. Çocuklarına iyi örnek olmak için kendilerini daima tutarlı olmak ve hep iyi şeyler yapmak zorunda hissederler. Her konuda fedakârlık yapmaları, kendi arzu ve isteklerini bir kenara bırakıp çocukların isteklerine öncelik vermeleri gerektiğini düşünürler.

Anne babaların iyi niyet damgası taşıyan bu alkışlamaya değer davranışları, ne yazık ki, çocuklar üzerinde çok az etki yapar. Çünkü çocuklar iyi birer gözlemcidir. Hep iyi ve kusursuz görünmek için anne babalarının kendilerini ne kadar zorladıklarını fark ederler.

Dört yaşındaki bir kız çocuğu, kendisini haksız yere cezalandıran annesine şöyle der:

“Haydi anne, haksızlık yaptığını kabul et. Ben haksızlık yaptığım zaman özür diliyorum, sen neden dilemiyorsun? Eğer özür dilersen seni affederim ve daha çok severim.”

Gerçek olan şu ki, çocuklar anne ve babalarını insan olarak görmek istiyorlar, melek olarak değil… İnsan olduklarını gizlemiyor oluşları, onları çocukların gözünde küçültmez.

Çoğu anne baba, özellikle de ‘kaybedenler’ grubuna dâhil olanlar, çocuklarının sağlıklı bir kişilik kazanmaları için her isteklerinin yerine getirilmesi ve onları üzecek davranışlardan uzak durulması gerektiğini zannederler. Çocuğunun beğenmedikleri bir davranışına kızdıkları halde, kızmamış gibi davranırlar. ‘Kazananlar’ grubuna giren anne babaların ise ‘kabul alanları’ çok dardır. Çocuklarını sürekli kontrol altında tutar, yanlış yapmamaları için hep uyarırlar:

“Sınava iyi hazırlandığından emin misin?”

“Balkon demirinden uzak dur, düşebilirsin.”

“Çikolata verdiği için amcaya teşekkür ettin mi?”

“Bu davranışın hiç hoş değil, çabuk arkadaşından özür dile!”

Bazen çocuklardan biri o kadar şımarır ve yaramazlık yapar ki, katlanmak mümkün olmaz. Bu durumda rahatsızlığımızı dile getirmek ve çocuktan uslu durmasını istemek, anne baba olarak en doğal hakkımızdır. Yaramaz çocuğa müdahale etmediğimiz takdirde, diğer çocuklara haksızlık yapmış oluruz. Bazı kitaplarda, her nedense, anne babalara çocukları birbirinden ayırmamaları ve onları aynı derecede kabullenmeleri tavsiye edilir. Bu doğru olmadığı gibi, uygulanabilir de değildir. Çünkü yetişkinler birbirine benzemediği gibi, çocuklar da benzemez. Her biri farklı özellikte, farklı kişilikte olan insanları ve tabii çocukları, aynı derecede kabullenemeyiz. Kimine yakınlık ve sempati duyduğumuz halde, kimine mesafeli durmayı tercih ederiz. Yaramaz ve tembel bir çocuğu kabullenişimiz ile uysal ve çalışkan bir çocuğu kabullenişimiz, asla bir değildir. Bu kabullenme farkı, bazen uysal ve çalışkan çocuğun aleyhine bile olur. Anne babası “O zaten kendi kendine yetiyor, problem çıkarmıyor.” diyerek, yaramaz ve tembel çocuğa daha çok ilgi gösterip, uysal ve çalışkan çocuğu ihmal edebilirler.

Son tahlilde, çocukların davranışlarını ‘kabul edilebilir’ ve ‘kabul edilemez’ olarak iki grupta toplayabiliriz. Fakat anne babalar için bu davranışların sınırları her zaman aynı değildir. Anne babaların çocuklarının aynı davranışına tepkileri, zaman, zemin ve kendi duygusal durumlarına göre değişiklik gösterebilir. Neşeli ve mutlu iken kabul ettikleri bir davranışa, üzgün ve mutsuz oldukları zaman kızabilirler. Aile içinde kabul ettikleri bir davranışı, misafir oldukları zaman kabul etmez, çocuğu uyarma gereği duyarlar:

“Ahmet, böreği elinle yemen çok ayıp, çatalını kullan lütfen!”

Çocuk ‘kabul edilebilir’ ile ‘kabul edilemez’ arasındaki sınırın sürekli değişiklik göstermesinden dolayı müthiş zihin karışıklıkları yaşar. Aynı davranışın neden kimi zaman kabul edilip kimi zaman kabul edilmediğini bir türlü anlayamaz.

Öte yandan, kuşkusuz, anne babalardan da robot gibi her zaman aynı tepkileri vermeleri beklenemez. Çünkü hiç kimse mükemmel değildir. Anne baba da olsak bazen sinirlerimize hâkim olamaz; çocuğa gereğinden fazla sert davranabiliriz. Burada kritik nokta, çocuğumuza davranışımızın gerekçesini açıklayıp açıklamadığımızda. Eğer davranışımızın gerekçesini açıklarsak, çocuğumuz bize anlayış gösterecek ve duyguları incinmeyecektir: Anne: “Özür dilerim kızım, sinirlerime hâkim olamadım.”

Çocuk: “Bugün çok sinirlisin.”

Anne: “Evet. Anlayış göster lütfen.”

Çocuk: “Üzülme anneciğim, bana bağırdığın için sana kızmadım.”

Etkin Dinleme

İnsanların çoğu, olumsuz gördükleri duygularını bastırarak, unutmaya çalışarak ya da başka şeyler düşünerek bu duygulardan kurtulabileceklerini sanırlar. Hâlbuki bastırılmış duygular şuur altında birikerek ruh sağlığımızı tehdit etmeye başlar. Bu tehdide karşı yapılması gereken şey, sıkıntı veren duyguların açıkça dile getirilmesidir; çünkü ancak bu sayede etkilerini kaybederler.

Bu bakımdan, anne babalar etkin dinleyerek, çocukların duygularını tam olarak açıklamalarına yardımcı olmalıdırlar. Duygular bizim bir parçamızdır. Duygusuz insan düşünülemez. Sevinç, neşe, güven ve mutluluk veren duygular ne kadar normalse; üzüntü, kaygı, şüphe, endişe ve korku veren duygular da o kadar normaldir. Olumsuz duygularından dolayı kınanmadığını, suçlanmadığını veya anlayışla karşılandığını gören bir çocuk duygularından korkmamayı öğrenir.

Anne babalar ancak ‘etkin dinleme’ yaparak, çocuklarının duygularını kabul ettiklerini gösterebilir ve onların da kendi duygularını kabul etmelerine yardımcı olabilirler. Anne babası tarafından kabul gören ve anlaşılan bir çocuk, kendisini anlayan anne babasına karşı çok sıcak duygular hisseder. Benzer duygular anne babada da uyanır. Üstelik anne babası kendisini dinlediği için, çocuk da anne babasını kolaylıkla dinler. Buradan, çocuklarının kendilerini dinlemediğinden şikâyet eden anne babaların, büyük bir ihtimalle çocuklarını yeterince dinlemedikleri de anlaşılır.

Etkin dinleme sayesinde çocuklar, karşılaştıkları problemlerin çözümüne de daha kolay ulaşırlar. Etkin dinlemenin içerdiği karşıdakinin haklarına saygı gösteren demokratik tutum, çocuğa, kendisinin öznel bir kişiliği olduğunu ve kendi sorumluluğunu kendisinin alması gerektiğini hissettirir.

Bu nedenle, etkin dinleme bir çocuğun bağımsız, kendi sorumluluğunu taşıyan, kendi kendini yönetebilen bir kişilik oluşturmasında büyük fayda sağlar. Buna karşılık, öğüt vermek, öneri getirmek, emir vermek gibi iletişim hataları ise bir problem karşısında çocuğa kendisine güvenilmediği mesajını vererek, problemin çözümünde sorumluluğu çocuğun elinden alır.

Sonuç olarak, çocuklarımızın hangi durumlarda hangi duyguları yaşayacaklarına dair anne baba olarak genel görüşlerimiz vardır. Bu görüşler doğru olabileceği gibi, çoğu zaman yanlış da olabilir. Bize düşen, çocuklarımızın bizden farklı duygu ve düşüncelere sahip olabileceklerini fark etmek ve bunları kabul etmektir. Bin bir zahmetle eğittiğimiz çocuklarımızın zaman içinde bize bağımlı olmayan; bizden ayrı, farklı bir kişilik geliştirmekte olduğunu görmek zorundayız. Bunu gördüğümüz takdirde, çocuğumuzun kendi duygularının olmasına ve olayları kendince algılamasına izin vermemiz daha kolay olacaktır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.